Teknolojik gelişmeler, ilk bakışta üretici güçlerin kendiliğinden ve evrensel ilerlemesi gibi görünür. Özellikle yapay zekâ gibi algoritmik sistemlerin toplumsal üretim süreçlerine entegrasyonu, teknik bir evrimin kaçınılmaz sonucu olarak sunulur. Ancak üretici güçlerin her gelişimi, aynı zamanda üretim ilişkilerinin yeniden yapılandığı, sınıfsal çelişkilerin yeniden biçimlendiği tarihsel süreçlerin ürünüdür. Dolayısıyla mesele, teknolojinin ne kadar ileri olduğu değil, bu teknolojinin hangi sınıf ilişkileri içinde neye hizmet ettiğidir.
Yapay zekâ sistemleri, sermaye birikiminin çağdaş biçimlerine yön veren, üretim sürecini dönüştüren, emeği yeniden tanımlayan bir işlev üstlenmektedir. Ancak bu dönüşüm, eşitsizliği ortadan kaldıran bir evrim değil, sömürüyü derinleştiren, denetimi yaygınlaştıran ve emeği daha da soyutlayan bir süreçtir. Teknolojinin tarafsız olduğu fikri, en çok da onun sınıfsal karakterini gizlemek için işlevseldir. Oysa üretim araçları hiçbir zaman yalnızca teknik sistemler değil, tarihsel-toplumsal ilişkilerdir.
Geleneksel sanayi dönemlerinde emek, doğrudan bedensel üretim üzerinden tanımlanırken; günümüzde veri işleme, algoritma yazma, içerik üretme gibi faaliyetler, üretimin merkezine oturmuştur. Bu, emeğin biçimini değiştirirken, değer üretim sürecini de yeniden tanımlar. Emek, artık yalnızca kas gücü değil, aynı zamanda zihinsel süreçlerin sömürülmesine açık hale gelen bir toplumsal faaliyettir. Bu değişim, üretici güçlerin gelişimiyle birlikte sermayenin işleyişini de dönüştürür: Denetim daha soyut hale gelir, üretkenlik zaman değil dikkat üzerinden ölçülür, artık- değer ise dijitalleştirilmiş davranışların arasına gizlenir.
Burada bilimsel sosyalist yöntem için temel olan, bu teknolojik değişimin hangi üretim ilişkilerine yaslandığı, nasıl bir sınıf bileşimi oluşturduğu ve emek ile sermaye arasındaki mücadeleyi nasıl yeniden kurduğu sorularıdır. Bu yöntem, teknolojiyi yalnızca nesnel bir gelişme olarak değil, sınıflar arasındaki ilişkiler içinde konumlanan bir araç olarak değerlendirir. Bu nedenle yapay zekânın yarattığı dönüşüm, soyut “yenilik” kategorileriyle değil; emek süreci, üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve sınıf mücadelesi düzlemiyle açıklanmalıdır.
Yapay zekâ uygulamaları üretimin birçok alanında kullanılırken — metin yazımından görsel üretime, dil modellemeden veri analizine — ortak bir yön dikkat çeker: Emeğin biçimi görünmezleşmekte, üretim süreci otomasyon illüzyonu altında
soyutlanmakta, ancak sermaye için artı-değer üretimi hızlanmaktadır. Kodlar, veriler, ağlar ve makine öğrenmesi sistemleriyle çevrili bu yeni üretim düzeni, artık sadece üretimi değil, yaşamı da işgal etmektedir.
Bu makale, yapay zekânın üretici güçler içindeki yerini, emek sürecine etkilerini ve sınıf çelişkilerini nasıl yeniden kurduğunu bilimsel sosyalist yöntemle çözümlemeyi amaçlamaktadır. Amaç, mevcut durumu eleştirel biçimde analiz etmekle sınırlı değildir; aynı zamanda, bu gelişmelerin toplumsal dönüşüm olanaklarını da tartışmaya açmaktır. Çünkü teknolojinin biçimi kadar, hangi toplumsal güç tarafından kullanıldığı ve hangi ilişkileri dönüştürdüğü belirleyicidir.
Üretici güçlerin gelişimi, sınıflar arası çelişkiyi ortadan kaldırmaz; tersine, onu daha karmaşık ve daha derin hale getirir. Yapay zekâ bu anlamda, yalnızca bir araç değil; bir ilişkidir. Ve bu ilişkiyi dönüştürmek, sadece teknik bilgiyle değil, toplumsal güçlerin politik örgütlülüğüyle mümkündür.
Emek ve Üretici Güçler: Kavramların Güncellenmesi
Toplumsal üretim, tarihsel olarak daima emek ile üretim araçları arasındaki ilişki üzerine kurulmuştur. Ancak bu ilişki, yalnızca nesnel bir üretim süreci değil; mülkiyet, tahakküm ve sömürü biçimlerinin de ifadesidir. Emek, toplumsal niteliği gereği yalnızca bir fiziki çaba veya üretkenlik ölçütü değil, üretim sürecinin merkezinde yer alan ve onun sınıfsal doğasını açığa çıkaran asli bir ilişkidir. Bu nedenle emek üzerine herhangi bir çözümleme, yalnızca teknik bir açıklamayla sınırlı kalamaz. Emek, tarihsel bir olgudur; dolayısıyla onun anlaşılması, üretim ilişkilerinin bütününü kavramayı gerektirir.
Üretici güçler, genel anlamda emek, üretim araçları ve teknik bilgi birikiminin toplamı olarak tanımlanabilir. Ancak bu üçlü yalnızca teknik bir birikim olarak değil, sınıflar arası güç dengesini belirleyen bir yapıdır. Emek gücü, üretici güçlerin temel kaynağıdır çünkü üretim araçları ve bilgi, kendi başına değer yaratmaz; bu unsurlar, ancak emek süreci içinde toplumsal içerik kazanır. Değer üretimi, teknik gelişmenin sonucu değil, emeğin toplumsal biçimiyle ilgilidir. Dolayısıyla üretici güçlerdeki her sıçrama, aynı zamanda üretim ilişkileri düzeyinde bir gerilim ve çatışmayı da beraberinde getirir.
Tarihsel olarak üretken emek, artı-değer üretimine doğrudan katılan emek biçimi olarak tanımlanmıştır. Bu tanım, yalnızca fiziksel üretimi değil, sermaye birikim sürecine katkı sunan tüm emek biçimlerini içerir. Ancak bilgi çağında üretken emek kavramı bulanıklaşmıştır. Veri analizi, içerik üretimi, algoritma yazımı gibi faaliyetler
üretken midir? Yoksa bunlar yalnızca üretim öncesi ve sonrası hizmet süreçlerine mi aittir? Bu sorulara teknik değil, sınıf temelli yanıtlar verilmelidir. Bir emek biçimi, sermayenin kendini yeniden üretme sürecine doğrudan dahil olduğu ölçüde üretkendir; biçimi değişmiş olsa da özü bu çerçevede kavranmalıdır.
Günümüzde üretim süreci giderek daha fazla bilişsel, duygusal ve simgesel faaliyetlerle iç içe geçmiştir. Bu tür emek biçimleri, genellikle görünmezleştirilmiş ve metalaştırılmıştır. Dijital içerik üreticileri, veri etiketleyiciler, platform çalışanları gibi emek biçimleri, klasik anlamda fabrika emekçisi değildir; ancak onların yarattığı çıktı, doğrudan değer zincirine entegre edilmiştir. Bu durumda üretken emek, artık yalnızca maddi ürün değil, aynı zamanda veri, etkileşim, görüntü ve algoritma üzerinden de ölçülmeye başlanmıştır. Bu durum, üretici güçler içinde teknik bilginin rolünü artırmakla birlikte, emeğin görünmezleşmesi ve soyutlanması yönünde de ciddi bir tehlike yaratmaktadır.
Üretici güçlerin gelişimi, teknik bilgi birikiminin artışıyla paralel giderken, bu süreç daima çelişkili olmuştur. Bir yandan üretkenlik artarken, diğer yandan işgücü güvencesizleşmiş, parçalanmış ve esnekleştirilmiştir. Yapay zekâ teknolojileri bu çelişkiyi derinleştiren araçlardan biridir. Zira bu teknolojiler, emek sürecini otomatikleştirirken, aynı zamanda insan emeğine olan ihtiyacı görünüşte azaltır. Ancak gerçekte, yapay zekânın eğitilmesi, gözetimi, bakımı ve düzeltimi hâlâ insan emeğine dayanır. Bu emek çoğu zaman düşük ücretli, güvencesiz ve görünmez biçimde gerçekleştirilir.
Teknik üretimin yükselişi, bilgiye dayalı üretimi öne çıkarırken, bu bilginin nasıl üretildiği ve kimin denetiminde olduğu sorusu göz ardı edilemez. Teknik bilgi, sermayenin kontrolünde olduğu sürece, üretici güçlerin gelişimi toplumun geneli için değil, ayrıcalıklı bir sınıfın çıkarları doğrultusunda işler. Bu bağlamda üretici güçlerin gelişimini ilerleme olarak görmek, ancak mülkiyet ilişkilerini sorgulamadan mümkün olur. Gerçekte teknik bilgi birikimi, üretim araçlarının sınıfsal mülkiyetiyle birlikte, sömürü biçimlerini daha da incelmiş ve derinleşmiş hale getirmiştir.
Emeğin biçimi değişmiş olabilir; ancak onun sömürüye açık yapısı değişmemiştir. Yeni emek biçimleri, klasik emek biçimlerinden daha özgür değildir; yalnızca farklı kontrol tekniklerine, disiplin biçimlerine ve soyutlama düzeylerine sahiptir. Bu yeni biçimler, üretici güçlerin bir parçası haline geldiği ölçüde, toplumsal ilişkilerin içindeki yerini alır. Değer, artık sadece saat başı değil; tıklama, paylaşım, görselleştirme, işaretleme ve hatta bekleme süreleri üzerinden üretilir. Zamanın parçalanması, mekânın belirsizleşmesi ve emeğin soyutlanması, üretici güçlerin teknik gelişimi ile sınıf ilişkileri arasındaki gerilimi büyütmüştür.
Bilimsel sosyalist yaklaşım, bu tür dönüşümleri salt teknik sıçramalar olarak değil, sınıf ilişkilerinin yeniden yapılanması olarak okur. Üretici güçlerin gelişimi, sınıf çelişkilerinin çözülmesi anlamına gelmez; tersine, bu çelişkileri daha karmaşık hale getirir. Bu nedenle üretici güçlerin gelişimi ancak, toplumsal üretimin araçlarının ve bilgisinin mülkiyetine kolektif biçimde sahip olunduğunda özgürleştirici bir potansiyele kavuşabilir. Aksi takdirde teknik ilerleme, yalnızca sermaye lehine bir tahakküm biçimine dönüşür.
Yapay Zekâ, Artı-Değer ve Yeni Sömürü Rejimleri
Kapitalist üretim ilişkilerinde emek, yalnızca bir üretim girdisi değil, aynı zamanda artı-değerin kaynağıdır. Değer yasası, bu ilişkiyi emeğin toplumsal niteliği üzerinden kurar: Ücretli emek, belirli bir sürede kendi değerini yeniden üretirken, bu sürenin ötesinde yarattığı fazla değer sermaye tarafından el konulur. Bu sistem, görünüşte eşit değişim yasası altında, sömürünün en temel biçimini oluşturur. Ancak bu ilişki, yalnızca üretimin fiziksel biçimlerine özgü değildir; üretim süreçlerinin teknikleşmesi ve soyutlaşmasıyla birlikte, sömürü de biçim değiştirir. Yapay zekâ, bu dönüşümün en gelişkin aracıdır.
YZ sistemleri, doğrudan üretken faaliyet gibi görünmese de, artı-değerin yaratımıyla doğrudan ilişkilidir. Otomasyonun arttığı her aşamada, klasik anlamda emek süresi azalıyor gibi görünür. Fakat bu süreçte asıl olan, otomasyonun bizzat sermaye tarafından belirlenmiş hedeflere yöneltilmiş olmasıdır. Yapay zekâ uygulamaları, üretimi hızlandırmak, kontrolü sıkılaştırmak, emek süreçlerini yeniden organize etmek ve en önemlisi artık değer üretimini azamiye çıkarmak için kullanılır. Bu nedenle yapay zekâ, yalnızca teknik bir araç değil; artı-değerin üretimini yeniden yapılandıran bir sınıf aracıdır.
YZ’nin üretim sürecine dahil edilmesiyle birlikte klasik emek biçimleri yerini görünmez, dağınık ve çoğu zaman fark edilmeyen emek biçimlerine bırakmıştır. Bu noktada iki temel alan dikkat çeker: Bilişsel emek ve gölge emek.
Bilişsel emek, bilgi, dil, simge, görüntü gibi maddi olmayan üretim araçlarıyla çalışır. Bu emek biçimi, veri analizinden içerik üretimine, kullanıcı etkileşiminden algoritma denetimine kadar geniş bir alana yayılır. Görünüşte fiziksel üretimle bağlantısı yokmuş gibi dursa da, bu emek biçimi, dijital ürünlerin değer kazanmasında belirleyicidir. Bu tür üretim, artık makine üretimiyle rekabet etmez; aksine, makineleri eğiten, denetleyen ve işlevli kılan bir faaliyet halini alır.
Gölge emek ise, yapay zekânın görünmeyen işçiliğidir. Etiketleme, düzeltme, sınıflandırma, temizleme gibi işlemler, büyük veri kümelerinin anlamlı hale
getirilmesi için gereklidir. Bu süreçler, çoğu zaman düşük ücretli, esnek ve güvencesiz biçimde gerçekleşir. Gelişmekte olan ülkelerde, dijital platformlar üzerinden istihdam edilen bu işçiler, küresel algoritmik sermaye için veri emeği üretir. Yapay zekânın “öğrenebilmesi”, doğrudan bu emek süreçlerine bağlıdır. Ancak bu emek ne görünürdür, ne de değer zinciri içinde resmi bir yere sahiptir. Böylece sömürü, yalnızca yoğunlaştırılmış değil, aynı zamanda gizlenmiş hale gelir.
Otomasyonun en ideolojik yanlarından biri, emeğin yerini aldığını iddia etmesidir. Oysa teknik aygıtlar, sermaye birikiminin yeniden üretimi için var olur. YZ sistemleri, kendi başlarına üretim yapmaz; onların tüm işleyişi, önceden tanımlanmış hedefler, devasa veri setleri ve arka plandaki sürekli insan müdahalesiyle mümkündür. Kendi başına yaratıcı değillerdir; ancak sermaye açısından faydalıdırlar çünkü üretim sürecinde denetimi sıkılaştırır, maliyetleri düşürür, hızla uyarlanabilir süreçler yaratır.
YZ’nin bu işlevi, yalnızca üretim alanıyla sınırlı değildir. Tüketim davranışlarının izlenmesi, ihtiyaçların önceden tahmin edilmesi, kullanıcı deneyiminin kişiselleştirilmesi gibi pazarlama teknikleri de YZ sistemleriyle şekillendirilir. Bu durumda birey, yalnızca üretim sürecinde değil, aynı zamanda tüketim alanında da metalaşır. Etkileşim, dikkat, tercih ve yönelimler; hepsi birer veri birimi haline gelir. Ve bu veriler, yeni ürünlerin tasarımında, reklamın yönlendirilmesinde ve platformların algoritmik işleyişinde doğrudan sermaye değerine dönüşür.
Bu noktada klasik değer teorisinin sınırlarına yaklaşıyoruz. Zira emek artık doğrudan ölçülemeyen, parçalanmış, zamansız ve mekânsız hale gelmiş biçimlere bürünmüştür. Ancak bu, değerin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Aksine, değer üretimi daha soyut, daha derin ve daha kuşatıcı hale gelir. Artık-değer, yalnızca üretim süresine değil; kullanıcı davranışına, veri birikimine, algoritmik hedeflemeye ve platform sürekliliğine bağlanır. Böylece emek-zaman doğrudan ölçülmez, ama onun yerine geçen davranışsal ölçütler belirir. Bu da yeni bir artı-değer rejimi doğurur.
Bilimsel sosyalist yaklaşım, bu süreci yalnızca teknik bir dönüşüm değil, yeni bir sömürü rejimi olarak kavrar. Bu rejim, geleneksel emek biçimlerinin parçalanması, emeğin görünmezleşmesi ve sömürünün doğal bir süreç gibi gösterilmesiyle karakterize olur. Görünürde özgürlük, esneklik, bireyselleşme sunulurken; gerçekte yoğunlaşmış gözetim, soyutlanmış üretim ve daha derinleştirilmiş bir değer el koyma süreci işler.
YZ teknolojileriyle birlikte ortaya çıkan bu yeni rejim, artık klasik üretim zincirleriyle sınırlı değildir. Tüm yaşam süreçleri, veri ve algoritmalar üzerinden üretim alanına dahil edilir. Düşünce, dikkat, hafıza, beğeni ve hatta boş zaman; hepsi birer üretim aracına dönüşür. Artık üretim yalnızca fabrikada değil; ekranda,
telefonda, tıklamada, beklemede ve gezinmede gerçekleşmektedir. Bu, emek tanımını kökten değiştirmektedir.
Bu yeni rejim, sınıf ilişkilerini de derinden etkiler. Geleneksel emek biçimlerinden farklı olarak, yeni sömürü biçimleri doğrudan tanımlanamayabilir. Ancak bunlar, daha incelmiş ve daha derinleşmiş biçimlerde sermayenin hizmetindedir. O yüzden yapılması gereken, bu süreçleri tanımlamakla kalmamak; aynı zamanda bu tanımlar üzerinden yeni mücadele biçimlerini de inşa etmektir.
Dijital Proletarya: Yeni Sınıf Kompozisyonu ve Mücadele Dinamikleri
Kapitalist üretim ilişkilerinde her teknik dönüşüm, sınıf yapısında da bir dizi yeniden düzenlemeyi beraberinde getirir. Teknolojinin gelişimi üretici güçleri dönüştürürken, bu güçler içinde konumlanan sınıfların niteliği, biçimi ve mücadele zemini de yeniden kurulur. Bu bağlamda yapay zekâ çağında ortaya çıkan dijital emek biçimleri, geleneksel işçi figürünü tamamen ortadan kaldırmasa da, onu farklı bir organizasyon yapısına zorlamaktadır. Bu, yeni bir sınıf kompozisyonunun işaretidir: Dijital proletarya.
Dijital proletarya, klasik üretim alanlarından farklı olarak çoğunlukla parçalanmış, dağınık, esnek ve geçici emek biçimlerinde çalışan bireylerden oluşur. Bu bireyler veri etiketleme, içerik denetimi, algoritma eğitimi, içerik üretimi, kullanıcı destek hizmetleri ve benzeri işlerde çalışırlar. Bu tür işler genellikle uzaktan, platformlar aracılığıyla gerçekleştirilir ve geleneksel anlamda “işyeri” kavramını geçersiz hale getirir. Emek, bu yapıda mekânsızlaşır; zaman dilimlerine sığmaz; gündelik yaşamla iç içe geçer. Ancak bu görünüşsel serbestlik, gerçekte daha yoğun bir bağımlılığa ve güvencesizliğe işaret eder.
Platform kapitalizminin büyümesiyle birlikte, işçi sınıfının yeni bir fraksiyonu ortaya çıkmıştır. Bu fraksiyon, klasik fabrika işçisi gibi üretim hattında yer almaz ama algoritmik üretim zincirinin vazgeçilmez bir halkasıdır. Siparişe göre çalışan kurye ağları, evde parça başı iş yapan içerik üreticileri, moderasyon emekçileri ve mikro görevlerle geçinen işçiler; hepsi bu zincirin parçalarıdır. Bunlar görünürde bağımsız çalışır; gerçekte ise bir merkezden kontrol edilir. Kodlarla denetlenir, puanlarla ölçülür, algoritmalarla işten atılır ya da ödüllendirilir.
Bu kompozisyonun bir diğer ayağı, yedek işgücü ordusunun dijitalleşmiş biçimidir. İş gücünün önemli bir bölümü işsiz değildir ama sürekli bir işe de sahip değildir. “Her an çalışabilir” konumda bekleyen milyonlarca insan, sistemin baskı aracı olarak işlev görür. İş bulmak için algoritmalara göre davranmak, belirli kalıplarda içerik üretmek, kendini güncellemek zorunda kalan bireyler, artık sistemin dışındakiler değil;
sistemin tam içindedir. Yedek işgücü, bu haliyle yalnızca bir rezerv değil, aynı zamanda emek disiplininin dijital aracıdır.
Bu yeni sınıf kompozisyonunun ideolojik etkisi, yalnızca emek süreciyle sınırlı değildir. Denetim teknikleri aynı zamanda bilinç biçimlerini de şekillendirir. Platformların puanlama sistemleri, algoritmik sıralamalar, beğeni-motivasyon sistemleri, sadece performansı değil; öz-değerlendirmeyi de belirler. Bu bireyler yalnızca ücretli çalışanlar değil; aynı zamanda kendilerinin yöneticisidir. Özgürlük yanılsaması içinde, görünmeyen kurallara uyarlar. Sınıf bilinci, bu yapı içinde bulanıklaşır çünkü sömürü açık bir komuta ilişkisinden çok, dağılmış ve görünmez bir sistemin içinde gerçekleşir.
Ancak bu görünüşsel dağınıklık, toplumsal mücadele olasılıklarını ortadan kaldırmaz. Aksine, yeni bir politik hat gerektirir. Bu hat, klasik işçi sınıfı hareketlerinin örgütlenme modelinden farklı olmalıdır. Yatay, ağ tabanlı, yerel sorunlara dayalı ve platformlara müdahil olabilen örgütlenme biçimleri; dijital proletaryanın mücadele araçları haline gelmelidir. Politik bilinç, yalnızca hak arayışıyla değil; aynı zamanda bilgi üretiminin ve iletişimin yeniden toplumsallaştırılmasıyla inşa edilebilir. Bilinç, yalnızca dışsal koşullarla değil; üretim sürecinde yaşanan deneyimlerle oluşur. Bu nedenle dijital proletaryanın yaşadığı soyutlanmışlık, aynı zamanda ortak bir hafıza ve dil üretmenin de koşullarını barındırır.
Yeni sınıf biçimleri, geleneksel taleplerin ötesinde mücadele başlıkları üretmelidir: veri mülkiyeti, algoritmaların şeffaflığı, platform yönetimine katılım, dijital refah ve bilgi üzerindeki kolektif haklar… Bunlar, üretim sürecine dahil olan yeni alanlar olduğuna göre, sınıf mücadelesi de bu alanlara taşınmalıdır. Mücadele, yalnızca ücret artışı veya iş güvencesi talebiyle değil, üretim araçlarının toplumsallaşması ilkesiyle yürütülmelidir. Bu araçlar artık yalnızca fabrika makineleri değil; yazılımlar, kodlar, veri kümeleri, algoritmalardır. Ve bunlar üzerinde söz sahibi olmak, sınıf mücadelesinin yeni cephesini tanımlar.
Bilimsel sosyalist perspektif, bu süreci pasif biçimde tanımlamaz; onun dönüştürücü potansiyeline yönelir. Çünkü her üretim ilişkisi, çelişkileriyle birlikte gelir. Bu çelişkiler de ancak örgütlü müdahaleyle siyasal bir güce dönüştürülebilir. Dijital proletarya, parçalı görünse de ortaklaşmış deneyimler, benzer sömürü biçimleri ve ortak çıkarlar üzerinden birleşme kapasitesine sahiptir. Yapılması gereken, bu parçaları devrimci strateji ile birleştirecek politik bir örgütlenme biçimi üretmektir.
Bilginin Sosyalleşmesi ve Devrimci Stratejinin Güncellenmesi
Bilgi, yalnızca anlamın taşıyıcısı değil; aynı zamanda üretimin, yönetimin ve toplumsal kontrolün stratejik bir aracı haline gelmiştir. Modern üretim süreçleri, hammaddeden çok veriyle, kas gücünden çok dikkatle, fabrikalardan çok bulut altyapılarıyla işlemektedir. Bu dönüşüm, sadece teknik bir sıçrama değil; üretim araçları içindeki mülkiyetin, işleyişin ve yönlendirmenin değiştiği tarihsel bir eşiktir. Bilgi, artık üretici güçlerin doğrudan bileşeni haline gelmiştir ve bu durum, sermayenin tahakküm biçimlerinde köklü bir yeniden yapılanmaya neden olmaktadır.
Bilgi üretimi ve dolaşımı üzerindeki kontrol, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik bir işlev de üstlenir. Dijital platformlar, içerik algoritmaları, öneri sistemleri ve gözetim teknolojileri; yalnızca tüketimi değil, düşünceyi, eğilimi ve tavrı da yönlendirmektedir. Burada kurulan tahakküm, kaba baskıya değil; görünüşte özgür tercihlerin yönlendirilmişliğine dayanır. Toplumsal bilinç, giderek kendiliğinden değil; yönlendirilmiş, paketlenmiş ve önceden tanımlanmış seçenekler arasında var olmaya zorlanır. Bu süreç, yalnızca bireysel düşünmeyi değil; kolektif tahayyülü de kısıtlayan bir yapıdır.
Bilimsel sosyalist bakış açısından bu durum, yalnızca yeni bir ideolojik aygıtın işleyişi değil; üretici güçlerin toplumsallaşması açısından da kritik bir çatışma alanıdır. Eğer bilgi üretim aracı haline geldiyse, o halde onun mülkiyeti ve dağıtımı da sınıf mücadelesinin konusudur. Bugün bilgi, kod, algoritma ve yazılım; yalnızca özel şirketlerin değil, toplumsal ihtiyaçların hizmetine sunulmak zorundadır. Aksi halde teknik gelişme, yalnızca sermayenin elindeki daha rafine bir baskı aracına dönüşür.
Bu bağlamda devrimci strateji, klasik üretim araçlarının toplumsallaştırılması hedefinin ötesine geçmelidir. Artık mücadele yalnızca fabrika, maden, enerji altyapısı gibi fiziksel araçlara değil; aynı zamanda sayısal altyapıya, yazılıma, yapay zekâ sistemlerine, algoritmik karar ağlarına yönelmelidir. Bilgi üretiminin toplumsallaşması, emeğin ve kolektif zekânın yeniden örgütlenmesidir. Bu yalnızca teknik bir mülkiyet değişimi değil, aynı zamanda yeni bir üretim kültürü, paylaşım anlayışı ve politik denetim mekanizması anlamına gelir.
Yeni örgütlenme biçimleri, yatay ağlar, platform temelli kolektifler, işyeri dışı dayanışma ağları gibi yapılar, bu sürecin parçası olabilir. Ancak bu yapıların dönüştürücü olması için salt alternatif olmaları yetmez; aynı zamanda mevcut egemenliğe karşı politik bir konum alabilmeleri gerekir. Sınıf bilinci, yalnızca sömürüye maruz kalmakla değil; bu sömürünün sistematik niteliğini kavrayarak onun karşısında kolektif bir mücadele biçimi üretmekle oluşur. Bu mücadele, dijital araçları kullanarak değil; onları sınıfın ihtiyaçlarına göre yeniden işleyerek mümkün olur.
Devrimci strateji, bugünün üretim ilişkilerinde var olan çelişkileri açığa çıkarmakla yetinmemeli; bu çelişkilerin üstesinden gelebilecek yeni örgütlenme modelleri üretmelidir. Yapay zekâ, algoritma, otomasyon ve bilgi tekellerine karşı; toplumsal denetim, kolektif yönetim ve özgürleştirici üretim süreçleri önerilmelidir. Bu, ne teknik bir programlama meselesidir, ne de yalnızca talepler dizisidir. Bu, doğrudan doğruya yeni bir toplum fikrinin teknik ve toplumsal birleşme noktasında yeniden inşasıdır.
Emeğin özgürleşmesi, bilgiyi, üretici güçleri ve teknolojiyi de özgürleştiren temel koşuldur. Ancak bu koşul altında yeni bir toplumsal örgütlenme mümkün olabilir. Bu özgürlük, bireysel tercihler değil; üretim araçları üzerindeki kolektif denetim ve örgütlü halk iktidarının yönettiği toplumsal eşitlik ilişkilerine dayanmalıdır. Yapay zekâ, ya sermayenin denetiminde daha incelmiş bir tahakküm aracına dönüşecek, ya da kolektif örgütlülük içinde insanlığın kurtuluş araçlarından biri olacaktır. Bu tercih, teknik gelişimin değil; politik bilincin ürünüdür.
Halil İbrahim