Çözülüşten Çizgiye: Reformculuğun İflası

Kapitalist toplumun bugünkü krizi, sadece bir ekonomik daralma ya da finansal istikrarsızlık değil, çok yönlü bir çözülme sürecidir. Bu çözülme, üretimden siyasete, devletten gündelik yaşama kadar her düzeyde kendini göstermektedir. Artık kriz, olağanüstü bir an değil, olağanlaşmış bir durumdur. Sistemin kendi işleyişine içkin olan çelişkiler, yalnızca büyümekte değil; kendi kurumlarını, ideolojik dayanaklarını, siyasal meşruiyetini de tüketmektedir. Toplumun ihtiyaçları ile üretim ilişkileri arasındaki bağ kopmuş; temsil mekanizmaları işlemez hale gelmiş; devletin koruyucu değil baskılayıcı karakteri belirginleşmiştir. İnsanların geleceğe dair beklentileri tükenmiş, yaşam alanları daralmış, toplumsal bağlar zayıflamış, birey yalnızlaşmıştır. Bu tablo, bir rejim sorunundan ya da siyasi tercih meselesinden ibaret değildir. Bu, bir üretim tarzının bütünlüklü çöküşüdür.

Böylesi bir tabloda reformculuk, ne bir çözüm ne de bir umut anlamına gelir. Reform, tarihsel olarak ancak devrimci tehdidin güçlü olduğu dönemlerde, egemen sınıfın taviz mekanizması olarak işlerlik kazanmıştır. Bugünse böyle bir denge yoktur. Ne egemen sınıfların taviz kapasitesi kalmıştır, ne de ezilenlerin beklentiye sokulabileceği bir alan. Reformun maddi zemini çökmüştür. Bu çöküş, yalnızca ekonomik bir daralma nedeniyle değil; toplumsal rızanın üretilememesi, temsiliyetin anlamsızlaşması ve ideolojik çözülmenin yaygınlaşmasıyla ilgilidir. Reformun önerdiği her şey geçmişin yeniden inşasına dairdir. Oysa geçmiş, bugünü üreten çelişkilerin kendisidir. Bu çelişkiler, düzeltilemez; aşılmak zorundadır.

Ezilenler için reform artık bir hayal değil, bir engeldir. Çünkü reformun beklenmesi, krizin şiddetlendiği her anda sistem içi çözümlerle oyalanmak anlamına gelir. Reformculuk, hareketsizliğin, umutsuzluğun ve teslimiyetin ideolojik biçimidir. Bu nedenle reformun çöküşü, yalnızca reformist partilerin iflası değil; bir düşünme biçiminin sonudur. Bugün artık her reformcu söylem, karşı-devrimin ertelenmiş biçimidir. Reform değil, devrim gereklidir. Ve bu gereklilik, bir hedef olmaktan çıkıp, bir zorunluluk haline gelmiştir.

Bu yazının amacı, reformun çöküşünü teşhir etmek değil; bu çöküşün devrim için neden zorunlu bir zemin oluşturduğunu göstermektir. Bu zeminin nasıl oluştuğunu, sınıflar arasındaki ilişkiyi, devletin dönüşümünü, ideolojik çözülmenin biçimlerini ve devrimci çıkışın somut anlamını ele almak, bugünün politik tutumunu belirlemek açısından zorunludur. Devrim, artık ertelenebilir bir ideal değil; ertelenirse faturası ağırlaşacak bir zorunluluktur. Bu zorunluluğun bilinciyle hareket etmek, sadece doğruyu görmek değil; doğru yerde durmak anlamına gelir.

Krizin Nesnelliği: Üretim İlişkileri Bütün Bir Toplumu Bloke Ediyor

Kapitalist kriz bugün artık üretimin sürekliliğini tehdit eden geçici bir dengesizlik değil, üretim ilişkilerinin kendisinin bütünüyle tıkanması anlamına gelmektedir. Bugün yaşanan, arz-talep dengesinin bozulması, döviz kurlarındaki oynaklık ya da enflasyonun kontrolden çıkması gibi teknik nedenlerle açıklanabilecek bir sarsıntı değildir. Bunların her biri, derindeki temel çelişkilerin semptomudur yalnızca. Kriz, artık üretim güçlerinin gelişiminin önünde duran bir engel olarak sermaye ilişkilerinin kendisinden doğmaktadır. Bu engel, yalnızca üretim süreçlerinde değil, toplumsal yeniden üretimin tüm alanlarında kendisini göstermektedir. Barınma, beslenme, ulaşım, sağlık, eğitim, güvenlik gibi en temel toplumsal ihtiyaçların karşılanamaz hale gelmesi, kapitalizmin teknik değil tarihsel sınırlarına dayandığını göstermektedir.

Bu sınır, salt üretim hacmiyle ya da verimlilikle ilgili değildir. Kriz, aynı zamanda toplumun kendisini yeniden üretme kapasitesinin çökmesidir. Bugün kitleler, yalnızca daha az tüketmek zorunda bırakılmamakta; aynı zamanda yaşamlarını sürdürebilecek araçlara erişimden de mahrum kalmaktadır. İşsizlik geçici bir durum değil, toplumsal yapının asli bir parçasıdır. Güvencesizlik bir istisna değil, norm haline gelmiştir. Borçlanma, gündelik hayatın olağan ritmi haline gelmiş; ücret, yaşamı sürdürecek değil, ölümü geciktirecek bir biçime bürünmüştür.

Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik yapı, bu kriz dinamiğini daha da sertleştirmektedir. Emperyalizme bağımlı sermaye birikimi modeli, dış borçlanmaya dayalı büyüme, ihracata endeksli üretim ve iç pazarın bastırılması üzerine kuruludur. Sanayi üretimi yüksek oranda ithalata bağımlıdır; tarımsal üretim çözülmüştür; hizmet sektörü genişlemiş ancak üretici niteliği taşımamaktadır. Bu tablo, iktisadi bağımlılığı yapısal hale getirirken, üretici güçlerin gelişimini dışa bağımlı kılmakta; bu da ekonomik krizlerin süreklileşmesine yol açmaktadır.

Bu kriz, yalnızca rakamsal değil; toplumsaldır. Üretici sınıflar açısından anlamı, yoksulluğun kalıcılaşması, yaşamın pahalılaşması, çalışmanın güvencesizleşmesi, işsizliğin norm haline gelmesi ve emeğin değersizleşmesidir. Bugün Türkiye’de ücretli emek, yalnızca sömürü değil; açık bir yokluk rejimi içinde var olabilmektedir. Gıda, konut, enerji, sağlık gibi temel alanlarda kitlelerin erişimi sınırlanmış; yaşam piyasalaştırılmıştır. Emekçiler yalnızca işgücünü değil, yaşamı yeniden üretme kapasitesini de yitirmektedir.

Üretim ilişkilerinin bu tıkanması, yalnızca iktisadi değil, siyasal bir içerik de taşımaktadır. Çünkü sermaye düzeni, kriz derinleştikçe kendi işleyiş mekanizmalarını da felç etmekte, olağan yönetim biçimlerinin yerine baskı, denetim ve doğrudan tahakküm araçlarını koymaktadır. Bu, devletin olağan dışı bir biçime evrilmesi değil; sermayenin olağan işleyişinin gerektirdiği yeni bir siyasal biçimdir. Krizin nesnelliği, yalnızca yoksullaşma ya da ekonomik gerileme değil; bütün bir toplumsal yapının blokajıdır. Eğitim sistemi geleceği kuramamaktadır; sağlık sistemi yaşamı koruyamamaktadır; adalet sistemi eşitsizliği yargılamamakta, üretmektedir; barınma bir hak değil, ayrıcalık haline gelmiştir.

Tüm bu tablo, reformla düzeltilecek değil, ancak devrimle aşılabilecek bir sınıfsal gerçekliğe işaret eder. Bugün kapitalizmin içinde çözüm aramak, yangının ortasında yeni perde sipariş etmeye benzer. Kriz, üretim ilişkilerinin yapısal tıkanıklığıdır. Bu tıkanıklık, ne düzen içi müdahalelerle açılır, ne de sermayeye daha insaflı davranma çağrısıyla giderilir. Çözüm, bu ilişkilerin kendisini değiştirmek; yani üretimin niteliğini, mülkiyetin biçimini, emeğin konumunu, yaşamın örgütlenmesini temelden dönüştürmektir. Bu da ancak toplumsal devrimle mümkündür. Devrim, bu kriz içinde bir ihtimal değil; bir zorunluluk olarak gündemdedir.

Egemenliğin Çöküşü: Devlet, İdeoloji, Temsil

Kapitalizmin üretim ilişkilerinde yaşanan tıkanma, yalnızca ekonomik yapıda değil, onun üstyapısal biçimlerinde de açık bir çöküşü beraberinde getirmiştir. Bugün devlet, temsil, meşruiyet ve ideolojik hegemonya araçları, yalnızca zayıflamış değil; tarihsel olarak içini boşaltmış bir durumda varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Bu çöküş, ne istisnai bir otoriterleşme biçimidir ne de kötü yöneticilerden kaynaklanan bir sapmadır. Bu, egemen sınıfların klasik tahakküm araçlarını sürdüremez hale gelmesidir. Kriz, egemenliğin hem siyasal hem ideolojik düzeyde parçalanmasıdır.

Devletin işlevi, yalnızca yasaları yürütmek ya da kamu hizmeti sunmak değil; toplumsal rızayı üretmek ve sermaye egemenliğini sürekli kılmaktır. Ancak bugün devlet, rıza üretme kapasitesini yitirmiştir. Bu yitim, devletin doğrudan baskı aygıtına dönüşmesiyle telafi edilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle günümüzde yönetim, yalnızca zor aygıtlarıyla şekillenmekte; yasallık, keyfiliğin biçimi haline gelmektedir. Kanunlar, eşitliğin garantisi değil; eşitsizliğin örgütlenme aracıdır. Yargı, düzenin devamı için karar verir. Güvenlik, halk için değil, sermaye için işleyen bir mekanizma haline gelir. Meclis, temsil değil; onay kurumudur. Bürokrasi, tarafsızlık değil; denetimsiz bir tahakküm aracı haline gelmiştir. Bütün bunlar, bir rejim tartışması değildir. Bunlar, üretim ilişkilerinin siyasi biçimidir.

Temsili demokrasinin çöküşü, yalnızca seçimlerin güvenirliği ile ilgili değildir. Temsil, sermayenin sınıf çıkarlarının halk iradesiymiş gibi sunulduğu bir siyasal formdur. Bugün bu form, görünürlüğünü yitirmiş, kitlelerin gözünde inandırıcılığını tamamen kaybetmiştir. Seçimler bir karar anı değil, yönsüz bir tepkiselliğin boşaltım alanı haline gelmiştir. Seçilen partiler, halkın çıkarlarını değil, sermayenin sürekliliğini temsil etmektedir. Halk adına konuşanlar, halkı değil, düzenin sınırlarını savunmaktadır. Seçim kampanyaları, programlar değil; reklam stratejileriyle yürütülmektedir. Temsilin bu biçimi, kitlelerin sistemle kurduğu bağın kopmasına değil; sistemden beklentisinin tükenmesine neden olmaktadır. Bu, halkın sisteme katılamaması değil, sisteme katılmak istememesidir.

İdeolojik düzeydeyse çöküş çok daha yaygındır. Kapitalizmin meşruiyetini besleyen bütün ideolojik aygıtlar — medya, eğitim, kültür, hukuk, aile — parçalanmakta; bireyler arasında bir inançsızlık ve anlamsızlık duygusu yayılmaktadır. Bugün insanlar sistemin adaletsizliğini inkâr etmiyor; ama bu adaletsizlik karşısında ne yapılması gerektiğine dair bir yön duygusu taşıyamıyor. İşte reformculuk tam da bu yönsüzlüğün ideolojik formudur. Reform, mevcut düzene dair inancı ayakta tutacak asgari rıza zemini sunmayı hedefler. Ancak bu zemin kalmadığında, reform çağrısı, bir çözüm değil; bir oyalama işlevi görür. Bu nedenle reformun dili, giderek soyutlaşmakta; vaatler güncellenmekte ama karşılık bulmamaktadır. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem”, “yeni anayasa”, “sivil toplumla inşa”, “demokratikleşme paketi” gibi başlıklar, sistemin meşruiyetini yeniden üretememektedir. Çünkü halkın ihtiyaçlarıyla bu başlıklar arasında artık bir bağ kalmamıştır.

Kitlelerin bu sistemden beklentisi tükenmiş olsa da bu durum doğrudan devrimci bilince açılan bir yol anlamına gelmez. Boşalan meşruiyet alanı, kendiliğinden devrimci bir ideolojik alan yaratmaz. Tersine, bu boşluk, gerici ideolojilerle kolayca doldurulabilir. Milliyetçilik, dini gericilik, kadın düşmanlığı, mülteci karşıtlığı gibi ideolojik biçimler, kriz koşullarında kitlelerin yönsüz öfkesini hedefe yönlendiren etkili araçlara dönüşebilir. Bu nedenle devrimci politika, yalnızca sistemin eleştirisini yapmakla kalamaz. Aynı zamanda bu boşlukları dolduracak ideolojik karşı hegemonya hattını da örmek zorundadır. Bu hat, yalnızca doğruların söylenmesiyle değil, örgütlü biçimde kitlelerin bilincine ve gündelik pratiğine temas edecek bir mücadele tarzıyla kurulabilir.

Bugün yaşanan egemenlik krizi, yalnızca yönetememe krizi değil; halkın da yönetilmeye razı olmama halidir. Ancak bu iki yönlü krizin devrimci bir hatta birleşebilmesi, ancak devrimci öznenin müdahalesiyle mümkündür. Bu müdahale geciktiği her an, sistemin çözülmesi, yeni bir denge değil; daha otoriter, daha baskıcı, daha gerici biçimlerle restore edilecektir. O nedenle bu krizi beklemek, onu seyretmek değil; onu örgütlemek, yönlendirmek ve bir kopuşa dönüştürmek gereklidir. Bu gereklilik artık tarihsel değil; günceldir. Devrim, bugünün çözümüdür.

Reformculuğun Tarihsel Çerçevesi ve Çöküşü

Reformculuk, kapitalizmin krizlerine karşı geliştirilen bir çözüm değil; krizin derinleşmesini önlemek amacıyla geliştirilen bir dengeleme biçimidir. Bu yönüyle reform, devrim tehdidinin zayıflatılması için kullanılan siyasal bir manevradır. Tarih boyunca reform, ezilenlerin taleplerinin değil, egemenlerin çıkarlarının sürekliliği adına yapılan tavizlerin toplamı olmuştur. Bu tavizler, her zaman belirli bir dönemin güçler dengesine bağlı olarak gelişmiş; hiçbir zaman kapitalist sistemin sınırlarını aşmamış; sistemin temel çelişkilerini ortadan kaldırmamıştır. Reform, sistem içi düzeltmedir. Devrimin karşı kutbudur. Devrim, düzenin aşılmasıdır; reform, onun yeniden üretilmesidir.

Kapitalizmin 20. yüzyılda geliştirdiği refah devleti modeli, işte bu sistem içi taviz mekanizmalarının kurumsallaşmış biçimiydi. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı  sonrasında emperyalist merkezlerde büyüyen işçi hareketleri ve sosyalist sistemin etkisiyle gelişen bu model, ücretli emeğin alım gücünü artırarak iç pazarı genişletmeyi, sosyal haklarla kitleleri sisteme entegre etmeyi ve sınıf mücadelesini kontrol altına almayı amaçlıyordu. Ancak bu modelin sürdürülebilirliği, hem kâr oranlarının düşmesi hem de sosyalizmin çözülmesiyle birlikte ortadan kalktı. 1970’lerden itibaren başlayan neoliberal saldırı dalgası, reformun tarihsel koşullarını ortadan kaldırdı. Artık sermaye, ne ödün vermek zorundaydı ne de bu ödünü taşıyacak bir sınıf dengesi söz konusuydu.

Bugün reformun çöküşü, bu tarihsel sürecin nihai aşamasıdır. Reform vaatleri, yalnızca geçmişe ait bir özlem haline gelmiş; kapitalizmin içinde artık bir iyileştirme perspektifi kalmamıştır. Her reform önerisi, özünde bir kemer sıkma politikası, bir hak gaspı, bir özelleştirme, bir tasfiye biçimi olarak işlev görmektedir. Bugün “eğitim reformu” dendiğinde anlaşılan şey piyasalaşmadır; “sağlık reformu”, özel hastanelerin teşviki; “çalışma reformu”, esnekliğin ve taşeronluğun kalıcılaşmasıdır. Reform kelimesi, içerik olarak boşalmamış; doğrudan karşı-devrimci bir içeriğe bürünmüştür.

Türkiye özelinde bu süreç çok daha açık biçimde yaşanmıştır. Son kırk yılda uygulanan her reform, emekçilerin kazanımlarını tasfiye etmiş; sosyal güvenliği yok etmiş; özelleştirmeleri kalıcılaştırmış; emeği değersizleştirmiştir. Devletin kamu hizmetlerinden çekilmesi, toplumsal hakların birer piyasa metaına dönüşmesi ve güvenceli yaşamın ortadan kaldırılması bu reformların ürünüdür. Bugün artık herhangi bir toplumsal kesim, reformun bir çözüm getireceğine inanmamaktadır. Çünkü reformun içerdiği hiçbir şey, toplumun gerçek ihtiyaçlarını karşılamaya dönük değildir. Reformcuların kendileri bile artık umut değil, zaman satın almak istemektedir.

Sol içindeki reformculuk ise bu çöküş karşısında çözüm değil, engeldir. Reformist siyaset, sistemin sınırları içinde kalarak ezilenlere yeni vaatler sunmakta; devrim ihtimalini bastırmakta; değişim arzusunu kanalize ederek düzene entegre etmektedir. Reformizm, umut değil; yönsüzlük üretmektedir. Oysa umut, yalnızca olana değil; olması gerekene duyulan inançtır. Bugün reformun içeriği değil; formu bile halkta karşılık bulmamaktadır. Vaat edilen iyileştirmeler, geleceğe dair bir beklenti değil; geçmişin anılarına dayalı bir hayal olarak kalmaktadır. Bu hayal, yönsüz kitlelerin örgütsüzlüğüne değil; devrimci hareketin örgütlülüğüne duyulan ihtiyacı artırmaktadır.

Reformculuğun tarihsel olarak iflas ettiği bu noktada, artık gerçek bir siyasal kopuş yaşanmalıdır. Reform değil, devrim gündemdedir. Reformu mümkün kılan toplumsal uzlaşma zemini çökmüştür. Bugün sermaye düzeni, hiçbir taviz vermeye istekli değildir. Ezilenler ise, yalnızca haklarını değil, varoluşlarını savunmak zorundadır. Bu zeminde reformdan medet ummak, gerçekliği inkâr etmek, çözümün değil çözümsüzlüğün tarafı olmaktır. Devrim, yalnızca politik bir tercih değil; tarihsel bir zorunluluktur.

Sınıf Hatlarının Keskinleşmesi: Orta Sınıf Yıkılırken Proletarya Yaygınlaşıyor

Kriz derinleştikçe sınıfsal ayrımlar da daha görünür, daha keskin, daha mutlak hale gelmektedir. Önceki dönemlerde toplumsal gerilimi yumuşatan, sistemle ezilenler arasında tampon işlevi gören, ideolojik olarak uzlaşmayı mümkün kılan kesimlerin çözüldüğü; bu kesimlerin yaşam biçimlerinden düşünce kalıplarına kadar her alanda proletaryalaştığı bir süreç yaşanmaktadır. Bugün artık sınıf karşıtlıkları istisnai örneklerle, sektörel farklılıklarla ya da kültürel ayrımlarla maskelenemeyecek kadar belirgindir. Toplum, zenginleşen bir azınlık ile yoksullaşan bir çoğunluk arasında keskin bir çizgiyle ayrılmıştır. Üstelik bu çoğunluk, yalnızca klasik anlamda işçi sınıfını değil; iş güvencesini, yaşam standardını, gelecek beklentisini yitirmiş geniş kesimleri de kapsamaktadır.

Sınıf çözümlemesi, yalnızca kimin hangi üretim aracına sahip olduğunu değil; aynı zamanda kimin nasıl yaşadığını, nasıl güvencesizleştiğini, nasıl denetim altına alındığını, nasıl bir gelecekten yoksun bırakıldığını da gösterir. Bugün artık işçi sınıfı yalnızca fabrikada, atölyede, madende değildir. O, evinde parça başı çalışan kadın işçidir. Motokuryedir. Güvencesiz hizmet sektöründe çalışan üniversite mezunudur. Taşeronda çalışan güvenliktir. Platform üzerinden çalışıp hiçbir hakkı olmayan dijital işçidir. İş bulamayan diplomalıdır. Borçla yaşayan çiftçidir. Geçici işte çalışan memurdur. Geliri giderini karşılamayan esnaftır. Proletarya artık yalnızca belirli bir üretim alanına sıkışmış değildir; tüm toplumsal yaşamı sarmış, yaygınlaşmış, derinleşmiştir.

Buna karşın orta sınıflar, tarihsel rollerini ve maddi konumlarını hızla yitirmiştir. Kent merkezlerinde yaşayan, krediyle ev alabilen, geleceğe yatırım yapabilen, çocuklarını özel eğitime gönderebilen, sağlığa erişebilen kesimler artık ya yoksullaşmış ya da bu olanaklara yalnızca borçlanarak ulaşabilmektedir. Banka kredileriyle dönen yaşamlar, herhangi bir ekonomik sarsıntıyla çöküşe sürüklenmekte; orta sınıf yaşam biçimi, maddi bir dayanak olmaktan çıkmaktadır. Bu durum, yalnızca ekonomik değil; siyasal ve ideolojik sonuçlar da doğurmaktadır. Çünkü bu kesimler, tarihsel olarak reformcu çizginin toplumsal tabanıydı. Onların çözülmesi, reformun da toplumsal zemininin ortadan kalkması demektir.

Bu dönüşüm, sınıf mücadelesi açısından büyük bir imkân açmaktadır. Çünkü artık sermaye düzeni, geniş kitleleri sisteme entegre edecek ideolojik ve maddi araçlara sahip değildir. Sistemin vaat edebileceği bir gelecek kalmamıştır. Ne özel girişimcilik, ne bireysel kurtuluş hikâyeleri, ne sadaka mekanizmaları bu yıkımı örtememektedir. Her yeni ekonomik dalga, geniş kesimlerin yaşamını daha da kötüleştirmekte; geçmişte ayrıcalıklı olanlar, bugün aynı güvencesizlik içinde var olmaya çalışmaktadır. Bu, sınıf bilincinin maddi temelinin genişlemesi anlamına gelir. Ama bu genişleme, kendiliğinden bir bilince dönüşmez. Sınıf, ancak örgütlenirse sınıf olur. Ortak kader duygusu, ancak ortak mücadeleyle yaratılabilir.

Bugün sınıf mücadelesi, yalnızca fabrika kapılarında değil; evde, sokakta, okulda, hastanede, markette, kuryenin sırtında, işsizin zamanında yaşanmaktadır. Sınıf hareketi, bu gerçekliğe göre örgütlenmeli; geleneksel formları aşan, yeni sömürü biçimlerini kapsayan bir anlayışla kendini yeniden kurmalıdır. Örgütlülük, yalnızca sendikal biçimlerle değil; mahallede, okulda, dijital alanda, gündelik yaşamın her düzeyinde kurulmalıdır. Çünkü bugün sömürü yalnızca üretim anında değil; yeniden üretim sürecinde, boş zamanda, ulaşımda, iletişimde de sürmektedir. Sermaye, yaşamın tamamını denetim altına almıştır. Mücadele de yaşamın tamamını hedeflemek zorundadır.

Sınıf hatları keskinleşmiştir. Sınıf, yalnızca bir istatistik değil; çıplak bir gerçeklik haline gelmiştir. Bu gerçeklik, ne reformla yönetilebilir ne kimlik siyasetleriyle bastırılabilir. Bu gerçeklik, örgütlenmeyi ve devrimci mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. Artık her şey daha açıktır: kim üretir, kim el koyar; kim yönetir, kim yönetilir; kim yaşar, kim hayatta kalmaya çalışır. Bu açıklık, bir tehlike değil; bir devrim anıdır. Ve o an çoktan başlamıştır.

Kriz ve Reformun İdeolojik İşlevi: Sessizleştirme, Yönsüzleştirme

Kapitalizmin krizleri yalnızca ekonomik ya da siyasal düzenlemelerle değil, aynı zamanda ideolojik müdahalelerle yönetilir. Sermaye, yalnızca üretim ve mülkiyet alanında değil, bilinç düzeyinde de egemenliğini sürdürmek zorundadır. Çünkü egemenlik, sadece zora ya da yasaya değil; onaylanmaya, içselleştirmeye ve gönüllü boyun eğişe dayanır. Bugün kriz derinleştikçe, bu ideolojik tahakküm biçimleri daha da hayati hale gelmekte; halkın öfkesi ve yönsüzlüğü, düzenin yeni ideolojik araçlarıyla bastırılmaya çalışılmaktadır. Bu araçların başında reformculuk gelmektedir. Reform, krize dair gerçek bir çözüm değil; krizin devrimci çıkışlarını engelleyen bir ideolojik set işlevi görür. Reformun görevi krizi çözmek değil, krizi yönetilebilir göstermek; daha da önemlisi, krizi devrimci bir eylem biçimine dönüşmeden pasifize etmektir.

Reformculuk bugün sadece bir siyasal pozisyon değil, bir bilinç biçimi, bir yönelim tarzıdır. Umutsuzluk ile aldatıcı umut arasında salınan, öfkeyi muhalefete, direnci temsil mekanizmalarına, beklentiyi yasal süreçlere hapseden bir ideolojik düzenek olarak çalışır. Reformcu söylem, kitlelerin sisteme olan inancını yeniden üretmek için çağrılar yapar: “sandığa sahip çık”, “demokratik haklarını kullan”, “hukuka güven”, “anayasayı koru”, “meclise ses ver” gibi kalıplar, sistemin çöken temellerini ideolojik olarak yeniden kurma çabasıdır. Bu çaba, doğrudan devrimci kopuşun ertelenmesi için işlevseldir.

Ancak bugün halkın geniş kesimleri için bu çağrıların artık hiçbir karşılığı kalmamıştır. İnsanlar yasal yollardan sonuç alınamayacağını bilmektedir. Seçimlerin belirleyici olmadığını, meclislerin etkisizleştiğini, hukuk sisteminin sermayeyi korumaktan başka işlemediğini deneyimlemektedir. Bu deneyim, reformculuğun taşıyıcısı olan söylemlerin hızla erimesine yol açmakta; ancak bu erime, kendiliğinden devrimci bilince dönüşmemektedir. Aksine bu boşluk, yönsüz bir öfkeye, tepkiselliğe ve gerici alternatiflere zemin hazırlamaktadır. Bu noktada reformculuğun ikinci işlevi devreye girer: yönsüzleştirme.

Reformculuk, düzeni onarma iddiasında olduğu kadar, halkın öfkesini devrimci doğrultudan saptırma görevini de üstlenir. Sisteme olan tepkiyi kişilere, partilere, iktidar kliklerine indirger. Sorunun yapısal değil yönetimsel olduğunu savunur. Böylece devlete olan inancı zedelemeden, hükümet değişimiyle her şeyin düzelebileceği fikrini aşılar. Halkın öfkesi, değişim isteği ve dönüşüm arzusu, sistem içi makaslarda sıkıştırılır. Bu ideolojik yönsüzlük, hem zaman kazandırır hem devrimci öznenin gelişmesini bastırır. Reformculuk, doğrudan doğruya burjuva egemenliğin bir parçasıdır.

Bu durumda devrimci politika, yalnızca kriz karşısında çözüm önermekle kalmamalı; reformculuğun yarattığı yönsüzlüğü de dağıtmalıdır. Kitlelerin karşı karşıya olduğu şey, kötü yöneticiler değil; sömürü düzenidir. Sorun, yasal yollarla çözülemeyecek kadar derindir. Temsil, katılım, anayasal haklar gibi formlar artık yalnızca biçimsel kılıflar haline gelmiştir. Bu kılıfları yırtmak, gerçek toplumsal çelişkileri açığa çıkarmak gerekir. Bu, ideolojik bir mücadeledir. Bugün kitlelerin yaşadığı umutsuzluk, yalnızca yoksulluktan değil; yönsüzlükten kaynaklanmaktadır. Bu yönü gösterecek olan, reform değil; devrimdir. Reform, yalnızca geçmişin dilidir; devrim, geleceğin zorunluluğudur.

Kriz, ancak bir kopuşla aşılabilir. Bu kopuşun ideolojik adı devrimdir. Sessizleştirilen, yönsüzleştirilen, bastırılan her toplumsal enerji, doğru bir ideolojik çerçeveyle devrimci bir güce dönüştürülebilir. Bu nedenle reformculuğun iflası, bir boşluk değil; bir imkan yaratır. O imkân, ancak devrimci özne tarafından örgütlendiğinde tarihsel bir güce dönüşür. Bu örgütlenme ertelenemez. Çünkü zaman artık reformun değil; devrimin zamanıdır.

Devrimin Zorunluluğu: Bir Hedef Değil, Bir Çıkış

Bugün devrim, teorik bir tartışmanın konusu değil; maddi bir zorunluluğun adıdır. Devrim, mevcut krizin içinden bir ihtimal olarak değil, kriz tarafından dayatılan tarihsel bir yön olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü sistem, artık yalnızca işlemez değil; sürdürülemez hale gelmiştir. Sermaye düzeni, ne üretim ilişkilerini yeniden yapılandırabilecek bir kapasiteye, ne de kitlelere yeni bir gelecek sunabilecek bir ideolojik çerçeveye sahiptir. Yönetilemeyen yalnızca ekonomi değil; toplumun tamamıdır. Yaşanan yalnızca bir tıkanma değil; çöküştür. Ve bu çöküş, kendiliğinden bir yeniden doğum yaratmaz. Bu çökmenin neye evrileceği, hangi toplumsal gücün nasıl müdahale edeceğiyle belirlenir. Bu müdahale yoksa kriz karşı-devrimci restorasyon biçimleriyle sürdürülecek; yeni otoriter yönetim biçimleri, yeni baskı mekanizmaları, yeni ideolojik manipülasyonlar üretilecektir.

Bu nedenle devrim, bir ideal değil; bir çıkıştır. Bu çıkış, yalnızca mevcut durumu değiştirme arzusu değil; bu durumun sürdürülemezliğinden doğan zorunlu bir yönelimdir. Reform, artık bu çıkışı sağlayacak araçlara sahip değildir. Ne ekonomik taleplerle ne siyasal iyileştirmelerle ne de anayasal düzenlemelerle sistemin çözülmüşlüğü giderilemez. Çünkü kriz yapısaldır. Üretimin toplumsal karakteri ile mülkiyetin özel biçimi arasındaki çelişki artık yalnızca adaletsizlik üretmekte değil; bütün bir toplumun varoluş zeminini tehdit etmektedir.

Bugün toplum, yaşamla ölüm arasında, sessizlikle patlama arasında, teslimiyetle isyan arasında salınmaktadır. Bu salınım bir süre daha oyalamalarla, geçici müdahalelerle, psikolojik manipülasyonlarla bastırılabilir. Ama tarih, bu salınımların kalıcı olmadığını defalarca göstermiştir. Biriken öfke, yönsüzlüğünü kaybettiği an harekete dönüşür. O hareketin yönünü belirlemek ise devrimci öznenin görevidir. O özne yoksa hareket dağılır, kendiliğindencilikle tükenir ya da gerici seçeneklere savrulur. Bu nedenle devrim, sadece krizden çıkışın değil; yönün, hedefin, tutumun ve ideolojik çerçevenin adıdır. O olmadan hiçbir toplumsal çıkış mümkün değildir.

Devrim, sadece bir iktidar meselesi değil; bir yaşam biçimi, bir toplum tahayyülü, bir sınıf tavrıdır. Bu tavır, yalnızca geçmişten miras alınan bir ilke değil; bugünün pratiğiyle sınanması gereken bir zorunluluktur. Çünkü artık her gecikme, daha fazla yoksulluk, daha fazla sömürü, daha fazla baskı, daha fazla çaresizlik anlamına gelir. Devrim, bu gidişata dur deme iradesidir. Bu irade, yalnızca düşünceyle değil; örgütle, mücadeleyle, fedakârlıkla, disiplinle, kolektif kararlılıkla inşa edilir. Devrim, ancak bu zeminde bir gerçeklik haline gelir.

Bugün önümüzdeki seçenekler netleşmiştir. Ya çürüyen bir düzenin içinde hayatta kalma mücadelesi vermeye devam etmek ya da bu düzene karşı yaşamı örgütlemek. Birincisi daha güvenli görünür, daha az maliyetli, daha az riskli. Ama orada ne bir çıkış vardır ne de bir gelecek. İkincisi ise zor, meşakkatli, bedelli. Ama gerçek olan, umut taşıyan, gelecek vaat eden tek yol da odur. O yol, devrimdir. Çünkü devrim, artık bir ihtimal değil; bir zorunluluktur.

Kadro Sorunu: Çizgide Kararlılık, Tarzda Derinlik

Devrimin zorunluluğu ortaya konduğunda, bu zorunluluğun hayata geçirilmesi sorusu kaçınılmaz biçimde kadro sorununa bağlanır. Devrim, kendiliğinden bir halk hareketiyle, öfkenin kabarmasıyla, krizin derinleşmesiyle ya da sistemin zayıflamasıyla gerçekleşmez. Devrim, ancak örgütlü, çizgisel olarak net, ideolojik olarak kararlı ve tarihsel olarak bilinçli bir kadro gücü tarafından örgütlenirse mümkün hale gelir. Kadro, bu anlamda yalnızca devrimin taşıyıcısı değil; onun maddi varlığıdır. Devrimci öznenin ete kemiğe bürünmüş halidir.

Bugün en temel siyasal sorunlardan biri, sınıf hareketinin yönsüzlüğü değil, yön gösterecek kadro eksikliğidir. Toplumsal çelişkiler keskinleşmiş, kitleler hareketlenmiş, düzenin meşruiyeti çözülmüş olabilir. Ancak bu koşullar, devrim için yeterli değildir. Devrimci özne yoksa, bu koşullar karşı-devrimci biçimlerde yeniden yapılandırılır. Tarihsel süreçler, yalnızca nesnellikten değil; onu kavrayıp dönüştürebilecek bir öznel güçten doğar. O güç, çizgisi berrak, tarzı bütünlüklü, disiplini yerleşik, hedefi net bir kadro hareketidir.

Kadro çizgisi, yalnızca bir siyasal tutum değil; bir yaşam biçimidir. Reformcu çizgi ile devrimci çizgi arasındaki en temel fark, burada görünür hale gelir. Reformist kadro, örgütlenmeyi bir teknik faaliyet, siyasal mücadeleyi bir fikir üretimi, sınıf çalışmasını bir temas biçimi olarak kavrar. Oysa devrimci kadro için örgüt, yaşamın kendisidir. Çalışma, sınıfın içinde var olmanın biçimidir. Siyasal mücadele, gündelik yaşamla bütünleşmiş bir pratik toplamıdır. Kadro, yalnızca bilen değil; yapan, yalnızca konuşan değil; inşa eden, yalnızca anlatan değil; dönüştürendir.

Bugün devrimci mücadeleyi zayıflatan şey yalnızca baskılar, yalıtılmışlık ya da olanaksızlıklar değil; tarz eksikliğidir. Tarz, yalnızca çalışma biçimi değil; sınıfa yaklaşım, kitleyle ilişki, örgütle bağ, ideolojiye bağlılık, disipline sadakat, kolektif yaşama uyum, görev bilinci, eleştiri ve özeleştiri pratiğidir. Tarz, kadronun kişiliğinde şekillenen sınıf karakteridir. Bu karakter, bireycilikten, kibirden, keyfiyetten, dağınıklıktan, disiplinsizlikten, ukalalıktan, kendiliğindencilikten arınmış olmalıdır. Kadro, hem özne hem araç hem de hedefin taşıyıcısıdır. Devrim onunla düşünülür, onunla yapılır, onunla büyür.

Bu nedenle devrimci bir hat kurmak, önce kadro sorununu çözmeyi gerektirir. Sayı değil, nitelik. Bilgi değil, çizgi. Yetkinlik değil, bağlılık. Kadro, önce ideolojik olarak konumlanmalıdır. Reformist söylemin etkilerinden arınmalı, burjuva yaşam biçiminin ideolojik tortularını terk etmeli, her şeyden önce sınıf mücadelesinin öznesi olarak yeniden kurulmalıdır. Bu yeniden kuruluş, bir bilinç sıçraması kadar, bir yaşam devrimidir. Kolektivizmin ilke olduğu, örgütün merkez olduğu, görevin öncelendiği, sorumluluğun içselleştirildiği bir kadro yaşamı kurulmadan hiçbir devrimci yönelim ete kemiğe bürünemez.

Bugün devrimden söz etmek isteyen herkes için en temel görev, kadro olmaktır. Slogan atmak değil; taş taşımaktır. Yazı yazmak değil; bilinç yaratmaktır. Eylem yapmak değil; örgüt kurmaktır. Duygularla değil; çizgiyle hareket etmektir. Karar almak değil; uygulamaktır. Kadro, işte bu anlamda geleceğin bugünde inşa edilme biçimidir. Gelecek kadrodan kurulur. Devrim, kadro eliyle doğar. Ve bugün her gerçek devrimcinin taşıması gereken en yakıcı sorumluluk, devrimci kadro çizgisini adım adım hayata geçirmektir. Sınıf savaşımı ancak böyle örgütlenebilir. Devrim ancak böyle mümkün olur.

Reform Bitti: Şimdi Devrim

Artık her şeyin adını koyma zamanı gelmiştir. Reform bitmiştir. Bu sadece bir siyasal eğilimin değil, bir tarihsel dönemin kapanışı anlamına gelir. Reformculuk, artık yalnızca işlevsiz değil; karşı-devrimci bir işleve sahiptir. Her yeni reform çağrısı, düzenin yeniden üretimi için zaman kazanmaya yöneliktir. Ezilenler için artık reform, bir çözüm değil; bir oyalamadır. Yönsüzlüğün, çaresizliğin, dağınıklığın ideolojik biçimidir. Bu biçim, ancak devrimci bir doğrultuyla dağıtılabilir. Bugün tarihsel olarak yeni bir eşiğe gelinmiştir. Bu eşik, reformla geriye dönüşün değil, devrimle ileriye sıçrayışın eşiğidir.

Kapitalizm yalnızca ekonomik olarak değil, siyasal ve ideolojik olarak da tıkanmıştır. Temsil sistemleri işlevini yitirmiş; devlet aygıtı baskı ve denetim makinesine dönüşmüş; toplumun çoğunluğu yoksullukla, güvencesizlikle, yönsüzlükle baş başa bırakılmıştır. Her kriz dalgası, daha fazla çöküş üretmekte; çöküş ise yalnızca yıkım değil, yeni bir düzen arayışını da beraberinde getirmektedir. Bu arayışın yönü belirsiz değildir. Belirsiz olan, bu yönün kimin ellerinde ve hangi araçlarla inşa edileceğidir. Tam da bu nedenle devrim, yalnızca bir hedef değil; acil ve örgütlenmesi gereken bir tarihsel görevdir.

Bu görev, yalnızca birilerinin omuzlarına bırakılacak bir sorumluluk değil; bilinçli her devrimci öznenin kendi varoluşunu kurma biçimidir. Devrimci mücadele, yalnızca iktidarı hedefleyen bir hamle değil; bugünden yarını kurma iradesidir. Bu irade, disiplinle, kolektivizmle, ideolojik netlikle, siyasal kararlılıkla hayata geçirilmelidir. Geciktirilen her adım, çöküşü derinleştirir. Gecikmenin maliyeti artık daha fazla yoksulluk, daha fazla sömürü, daha fazla baskı ve daha fazla faşizmdir. Bu maliyetin faturasını yalnızca ezilenler ödemektedir. O halde cevap da yalnızca onların örgütlü gücünden çıkacaktır.

Bugün devrimci görev, reformcu etkilerden tamamen arınmış bir siyasal çizgi kurmak, bu çizgiyi kadro düzeyinde ete kemiğe büründürmek, sınıf içinde kökleştirmek, kitlelere yön vermek ve krizi örgütlü bir kopuşa dönüştürmektir. Bu çizgi, soyut bir devrim ideali değil; somut bir devrimci çizgidir. Reform bitmiştir. Reformu mümkün kılan tüm siyasal, ideolojik, toplumsal zemin yok olmuştur. Şimdi reformdan medet ummak yalnızca gecikmek değil; teslim olmaktır.

Tarihin kapıları açılmıştır. Bu kapıdan kimlerin geçeceğini, hangi sınıfın, hangi çizginin, hangi örgütlenmenin tarihsel özne haline geleceğini bugünden belirlemek mümkündür. Belirleyici olan kriz değil, krize kimlerin nasıl müdahale ettiğidir. Bugün gerçek görev, bu müdahaleyi devrimci biçimde, ideolojik netlikle, örgütsel disiplinle ve sınıfsal tutarlılıkla yapabilmektir. Devrim artık bir ihtimal değil, zorunluluktur. Ve bu zorunluluk ancak onun taşıyıcısı olacak bir özne tarafından tarih sahnesinde yeniden yer edinebilir.

Şimdi devrim. Yarın değil. Belki değil. Şartlar olgunlaştığında değil. Zaten yeterince gecikmiş bir çağrının artık daha fazla ertelenmeye tahammülü yok. Reform bitti. Görev bellidir. Yer bellidir. Zaman bellidir. Sınıf savaşımı burada, bu düzlemde, bu dönemde, bu görevle sürdürülmelidir.

Halil İbrahim

Önceki İçerikYapay Zekâ Çağında Emek: Üretici GüçlerinGelişimi ve Sınıf Mücadelesi
Sonraki İçerikABD-Çin Arasında Ekonomik Saflaşma: Kapitalist-Emperyalist Dünyada Yeni Konumlanmalar