ABD-Çin Arasında Ekonomik Saflaşma: Kapitalist-Emperyalist Dünyada Yeni Konumlanmalar 

Trump’ın Çin’e dönük yeni gümrük tarifesi açıklaması, ABD emperyalizminin yalnızca ekonomik değil, siyasal ve askeri bir yeniden mevzilenme sürecine girdiğini gösteriyor. Elektrikli araçlardan yarı iletkenlere, batarya sistemlerinden güneş panellerine kadar uzanan geniş kapsamlı bu tarife saldırısı, %100’ü ve kimi ürünlerde %125’i bulan oranlarla, açıkça bir kuşatma hamlesidir. Bu oranlar “piyasa düzeni”nin bozulması değil, düzenin bizzat savaşarak yeniden kurulması anlamına gelir.

Artık mesele kimin neyi ucuza sattığı değil, hangi sermaye fraksiyonunun hangi kıtada palazlanacağıdır. Sorun “ticaret açığı” değil, hegemonya açığıdır. Ve bu açığın kapatılması için ABD, yalnızca Çin’e değil, dünya halklarına karşı da pozisyon alıyor. Bu tarife kararları, sadece ithalatı sınırlama değil, bir paylaşım savaşının ekonomik cephesini genişletme anlamı taşıyor.

Çin’in yanıtları da bu durumu teyit ediyor. Vergisel misillemeler, nadir toprak elementlerinin ihracatına getirilen kısıtlamalar, teknoloji transferinin sınırlanması… Bunların her biri, yalnızca ekonomik tedbir değil, kendi sermaye kutbunu tahkim etme girişimidir. Bu iki güç arasındaki gerilim, liberal piyasa dilinin çoktan hükmünü yitirdiği bir momentte yaşanıyor. Artık diplomasiden çok silah, rekabetten çok kuşatma, dengelemeden çok saflaştırma devrindeyiz.

Bu, kapitalist merkezlerin krizi biriktirdiği, emperyalist blokların cephe büyüttüğü, savaşın sadece toprağın değil, üretim ve pazar denetiminin yeniden dağıtımı için hazırlandığı bir evredir. Ve her emperyalist merkez, bu hazırlığı kendi iç sınıf yapısının ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiriyor. Tarife kılıfına sokulan bu müdahaleler, bir paylaşım sürecinin sessiz habercisi değil; açık çağrısıdır.

Hegemonya krizi, artık “barışçıl çözüm” üretme kabiliyetini yitirmiştir. Ortaya çıkan tablo, “serbest ticaretin krizi” değil, emperyalist tahakküm araçlarının güncellenmesidir. Ve bu güncelleme, dünya halklarına daha fazla açlık, daha fazla tahakküm ve daha fazla savaş dışında hiçbir şey vaat etmemektedir.

Korumacılıktan Kuşatmaya: ABD’nin Sınıfsal Harekâtı

Emperyalist sistemde hiçbir hamle, soyut bir ekonomi politik tercih olarak kalmaz. Her tarife oranı, her gümrük saldırısı, her “rekabetçilik” çağrısı, belli bir sınıfın çıkarını, belli bir blokun yönelimini, belli bir çelişkinin olgunluğunu ifade eder. Bugün ABD’nin Çin’e yönelik başlattığı gümrük savaşı da bu kuralın dışında değildir: Bu, yalnızca bir “ticaret dengesizliği”ne müdahale değil; iç ve dış sermaye dengelerinin zor yoluyla yeniden kurulmasıdır.

ABD, 1970’lerden bu yana küresel hegemonya aracını doğrudan üretimden çok finansal denetim ve askeri üstünlük üzerinden kuruyordu. Ancak 2008 krizi sonrası bu modelin iç dinamikleri çatlamaya başladı. Çin’in dünya pazarına düşük maliyetli ve teknoloji yoğun ürünlerle girmesi, bu çöküşün yalnızca hızını değil, biçimini de belirledi. ABD’nin 2018’den bu yana yürüttüğü gümrük tarifesi politikaları, “korumacılık” gibi sunulsa da; aslında üretimi çevreye kaptırmış bir emperyal merkezin, çevrenin emperyal kapasitesini bastırma çabasıdır. Bu bir savunma hattı değil, kuşatma çizgisidir.

Trump’ın son çıkışı, yalnızca bu kuşatmayı genişletmekle kalmadı; sermaye klikleri arasındaki iç çelişkinin hangi eğilim tarafından zorla çözüleceğini de gösterdi. Teknoloji devleri, yarı iletken üreticileri, batarya sistemleri ve nadir element bağımlı sektörler — tümü bu tarifelerle ya korunmakta ya da düşmanla saflaştırılmaktadır. Buradaki temel mesele şudur: ABD içindeki sermaye fraksiyonları, pazar kaybını başka bir ülkeden değil, birbirinden kapmak zorundadır. Bu, emperyalist krizin yalnızca dışa değil, içe doğru da genişlediğinin işaretidir.

Bu tarifeler, iç politikada da sınıfsal kutuplaşmayı yeniden yapılandırma işlevi görüyor. Emek gücünün değersizleştirildiği, yaşam maliyetlerinin arttığı ve işçi sınıfının denetiminin gevşediği bir dönemde, “dış tehdit” anlatısıyla tahakküm yeniden tesis edilmek isteniyor. Çin’e yöneltilen gümrük sopası, yalnızca Pekin’e değil, ABD içindeki hoşnutsuz sınıf kesimlerine de bir hizaya gel çağrısıdır. Yani bu, bir dış politika hamlesi gibi görünse de, bir diğer yönüyle iç disiplin politikasıdır.

Dahası, bu politika, yalnızca Çin’i değil, diğer sermaye merkezlerini de hizaya çekme işlevi taşıyor. Avrupa Birliği’ne yönelik tarifelerin “şimdilik ertelenmiş” olması, dostane bir tavır değil, geçici bir diplomatik mühlet anlamına gelir. Japonya, Güney Kore, Kanada gibi ABD’nin tarihsel müttefikleri de, bu tarifeler aracılığıyla “ya benimle kalırsınız ya Çin’le gidersiniz” ikilemiyle karşı karşıya bırakılıyor. Dolayısıyla bu tarifeler, bir pazar savaşı değil, küresel bir saflaştırma operasyonudur.

ABD emperyalizminin bu yeni hamlesi, hegemonik çözülme karşısında kurumsal değil, saldırgan bir strateji benimsediğini göstermektedir. “Kurallara dayalı uluslararası düzen” söylemi, artık kendi içlerinde bile geçerliliğini yitirmiştir. Bugün kurulan masa, anlaşma için değil; yeni paylaşımın nasıl zorla kurulacağını konuşmak için toplanıyor.

Karşı Hamle ve Blok İnşası: Çin’in Emperyalist Yönelimi

ABD’nin tarifeleri yalnızca bir başlangıçtı. Asıl yanıt, kendisini hedefe koyan gücün kim olduğunu anlayan bir başka emperyal merkezden geldi. Çin, bu hamleleri sadece dış ticaretin daralması olarak değil, sermaye ihracının kuşatılması olarak değerlendirdi ve yanıtını da buna göre verdi. Misilleme tarifeleri, %125’lere varan ithalat vergileri, teknoloji transferine sınırlama, nadir toprak elementleri ihracatının durdurulması, “duvar örme” değil, kendi blokunu örme refleksidir.

Çin artık basitçe “dış pazarını koruyan bir ulus-devlet” değil; kendi emperyal alanını kuran bir sermaye merkezidir. Bu, yalnızca ekonomik yayılma biçiminde değil, siyasal yönelim ve jeostratejik tahkimat olarak da somutlanmaktadır. “Bir Kuşak Bir Yol” inisiyatifi, dijital altyapı ihracı, Afrika’daki maden yatırımları, Latin Amerika’da banka ortaklıkları ve Asya içi altyapı fonlamaları — tümü, Çin’in dünya ölçeğinde bir sermaye organizasyonu kurduğunu gösteriyor.

Çin’in bu yönelimi, yalnızca ABD’ye değil, diğer emperyal merkezlere de alternatif sunar görünüyor. Ancak bu alternatif, halklara dönük daha adil bir ilişki biçimi değil; farklı bir sermaye kutbu aracılığıyla tahakküm biçimidir. Bu nedenle Çin ile ABD arasındaki gerilimde “bağımsızlıkçı kalkınma” gibi ifadeler gerçeği yansıtmaz. Çin devleti, özel mülkiyete dayalı üretim ilişkilerini, rekabetin merkezinde tutan, devlet kapitalizminin en örgütlü biçimiyle hareket eden, kârı merkeze koyan bir düzene sahiptir. Sorun Çin’in “komünist” olmaması değil, tam anlamıyla emperyalist olmasıdır.

Çin’in askeri kapasite inşası da bu tabloyu tamamlıyor. Tayvan Boğazı’ndaki yoğunlaşma, Güney Çin Denizi’ndeki üs faaliyetleri, iç bölgelerde kurulan yeni silah üretim alanları — bunlar yalnızca savunma refleksi değil, bir dünya savaşı hazırlığının mantıksal uzantılarıdır. Çin’in savaş ihtimaliyle değil, paylaşım ihtirasıyla silahlandığını görmek gerekir.

Uluslararası ilişkiler düzleminde Çin, yalnızca doğrudan müttefiklik değil, koşullu bağımlılıklar da kuruyor. Afrika’daki devletlerle borçlandırma ilişkileri, Pakistan, İran, Rusya ile enerji temelli yakınlaşmalar, AB içindeki kimi kliklerle kurduğu teknolojik işbirlikleri — bu bağların hiçbiri eşit değildir; düzen içi rekabetin yeni biçimidir. Özellikle BRICS+ yapısı, ortak kalkınma değil, ortak hegemonya üretme girişimi olarak işlemektedir.

Bu tabloda Çin’in politik konumu netleşiyor: Emperyalist sistemin krizine karşı düzen dışı bir alternatif sunmak değil, krizi kendi lehine yönlendirecek bir emperyal strateji kurmak. Çin’in hedefi, sistemi değiştirmek değil; sistemin yeni merkezlerinden biri olmak. Bunun için ekonomik, askeri ve diplomatik her aracı aynı anda devreye sokmakta tereddüt etmiyor.

ABD’nin açtığı tarifeler cephesine Çin’in verdiği karşılık, dolayısıyla yalnızca bir ticaret savaşı değil; sermaye bloklarının cepheleşme sürecidir. Bu süreçte Çin’in “barışçıl yükseliş” söylemi, gerçeklerle örtüşmeyen bir propaganda aracı olmaktan öteye geçemez. Bugünün dünyasında hiçbir büyük sermaye bloku, barışçıl değil; zorun dinamikleriyle hareket eder. Ve Çin de bu zorun tüm araçlarını elinde toplamaya çalışmaktadır.

Ticaretin Ötesi: Bloklaşmanın Eşiğinde Yeni Savaş Haritası

Tarifelerle başlayan çatışma, sadece gümrük kapılarında yaşanmıyor. Sermaye bloklarının yeniden saflaştığı bu tarihsel eşikte, ekonomik önlemler artık askeri tahkimatla, diplomatik yaptırımlarla, teknoloji rejimleriyle iç içe işliyor. Kapitalist dünya sistemi, kendi tarihsel krizini, yeniden paylaşım yoluyla çözmeye çalışıyor. Bu çözüm içinse her cephe meşrudur: mal, bilgi, nüfuz, toprak ve kan.

ABD’nin Çin’e dönük tarife saldırısı, Tayvan Boğazı’nda askeri sevkiyatla, Güney Çin Denizi’nde donanma tatbikatlarıyla eşzamanlı ilerliyor. Aynı dönemde Japonya, Filipinler ve Güney Kore ile yapılan üçlü askeri mutabakatlar, sadece bölgesel ittifak değil, bir kuşatma zinciridir. Çin’e uygulanan ekonomik baskının, askeri tehdit olmadan okunması mümkün değildir. Ekonomi bir araçtır; hedef, genişleyen bir emperyal alanın kontrol altına alınmasıdır.

Çin de bu eşikten bakıyor dünyaya. Askeri harcamalarındaki sürekli artış, yüksek teknoloji üretiminde devlet destekli yoğunlaşma, siber güvenlik ordusunun yeniden yapılandırılması ve Tayvan çevresinde tırmandırılan gerilim, savunma değil, karşı hegemonya kurma girişimidir. Çin’in savaşı “önlemek” gibi bir amacı yok; aksine, paylaşımı kendi lehine çevirmek için uygun zemini kollamaktadır.

Bu karşılıklı konumlanma, yalnızca Asya-Pasifik’te değil, çok daha geniş bir haritayı etkiliyor. Ortadoğu’da İran üzerinden yaşanan gerilimler, Doğu Avrupa’da Ukrayna eksenli çatışma, Afrika’da altyapı yatırımları üzerinden sürdürülen nüfuz savaşları — bunların her biri, emperyalist sistemin yeniden dizayn edilmekte olduğunun işaretidir. Her sıcak çatışma, bir paylaşım hamlesinin deneme alanıdır. Her diplomatik anlaşmazlık, sermaye ihracının yönüyle ilgilidir.

Bugün tarifeler, bankacılık sistemleri, enerji koridorları, dijital altyapılar ve askeri üsler üzerinden ilerleyen bu süreç, emperyalist savaşın modern formlarıdır. Tanklar sessizdir belki ama üretim zincirleri yeniden dizilirken, sınıflar arasındaki çatışma daha da derinleşmektedir. Bu savaş klasik anlamda “cephe hattı” taşımıyor olabilir; ama bloklar çizilmiş, taraflar belirlenmiştir. Sermaye kendi krizine çözüm olarak sadece savaş üretebilir.

Bu tabloda reform beklentisiyle hareket eden tüm eğilimler boşlukta kalmaya mahkûmdur. Emperyalist kutuplar arası çatışma büyürken, buna “diplomatik çözüm”, “barışçıl rekabet” ya da “serbest ticaret düzeni” gibi öneriler getirmek, çözülmüş bir zemini onarmaya çalışmaktır. Dünya sisteminin emperyal merkezleri, artık aralarında bir düzen kurmak için değil, mevcut düzeni yıkarak kendi merkezlerini tesis etmek için mücadele etmektedir.

Ve bu tabloda, işçi sınıfının, ezilen halkların, yoksulların yeri ne Çin ne ABD’dir. Sermayenin bu paylaşım hesaplaşmasında taraf olmak, kendi zincirini sevmektir. Bugün görev, emperyalist bloklardan birini tercih etmek değil, onların savaşını kendi sınıf savaşımıza dönüştürmektir. Ne tarafsızlık mümkündür ne pasif gözlemcilik: taraflar belirlenmişse, proletarya da kendi cephesini kurmak zorundadır.

Sonuç yerine

Trump’ın gümrük darbesi, yalnızca Çin’e dönük bir ekonomik müdahale değil; emperyalist sistemin yeniden paylaşım sürecine girdiğinin ilanıdır. Bu paylaşım, masa başında değil; tarife barajları, askeri sevkiyatlar ve stratejik sektörlerin yeniden örgütlenmesiyle yürütülmektedir. ABD’nin hegemonya kaybı ve Çin’in yayılmacı yükselişi, bugünün dünya haritasında sadece devletleri değil, sınıfları da yeniden hizalamaktadır.

Bu hizalanmada işçi sınıfının tarafı, ne Atlantik kampıdır ne Avrasya ekseni. İki taraf da kendi sermayesini, kendi tahakkümünü, kendi savaş düzenini kurmak istemektedir. Emperyalist savaşın karşısında pasif kalmak, onun kazanmasına sessiz kalmaktır. Görev, bu savaşın çelişkilerini sınıf savaşı olarak yeniden üretmektir.

Çünkü eğer dünya yeniden paylaşılırsa, bu paylaşım proletarya dışında herkes için bir kazanç tablosu, işçiler için ise yeni zincirlerin üretimi olacaktır. O hâlde mesele, yeni zincirlere en sağlam halkayı değil, devrimi örmeye talip olmaktır.

Halil İbrahim

Önceki İçerikÇözülüşten Çizgiye: Reformculuğun İflası