Türkiye’deki siyasi dinamiklerin ve Kürt ulusal hareketinin geleceğinin yoğun bir şekilde tartışıldığı bu dönemde, Marksist-Leninist-Maoist (MLM) bir perspektifle son gelişmelerin ele alınması kritik öneme sahiptir. Özellikle PKK’nin 11 Temmuz 2025’te aldığı silah bırakma kararı ve beraberindeki “yeni dönem” söylemleri, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin burjuva uzlaşmacı bir çizgiye evrildiği yönündeki endişeleri artırmaktadır. PKK’nin silah bırakma kararını devrimci mücadele açısından taşıdığı riskleri ve sapmaları ortaya koyarak, bu gelişmeyi tarihsel materyalist bir çerçevede analiz etmeyi ve devrimci programın güncellenmesi için somut öneriler sunmalıyız.
PKK’nin Feshi: Sağ Tasfiyeciliğin Zirve Noktası!
PKK’nin 12. kongresinde alınan fesih ve silahlı mücadeleyi bırakma kararı, bazı çevreler tarafından “Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi adına tarihi bir zafer” olarak sunulsa da, MLM bakış açısından bu bir zafer değil, aksine sağ tasfiyeci bir düşüşün meşrulaştırılması çabasıdır. Öcalan’ın bu süreci “Bahçeli’nin çağrısıyla” başlatması, uzlaşma ve entegrasyon arayışının derinliğini açıkça göstermektedir.
Tarihsel materyalist analize göre, proletarya önderliğinde olmayan burjuva-ulusal önderlikli tüm ulusal hareketler, belirli bir aşamadan sonra istisnasız olarak uzlaşma ve anlaşma süreçlerine girme eğilimindedir. Bu durum, burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarını koruma ve kapitalist sisteme entegre olma arayışının doğal bir sonucudur. PKK’nin mevcut durumu da bu tarihsel örneklerle örtüşmektedir.
İdeolojik Dönüşüm ve Marksizm’den Uzaklaşma!
Bu fesih kararı, sadece örgütsel bir değişimden ibaret değildir; aynı zamanda Marksizm’in (MLM’nin) aradan çıkarılması gibi daha derin bir ideolojik dönüşümü ifade etmektedir. Öcalan’ın “Demokratik Sosyalizm” gibi muğlak savlarla Marksizm’i eleştirmesi ve sulandırma çabası, yarı-anarşist, post-modern ve sivil toplumcu anlayışlardan beslenen, burjuva sağ revizyonist bir girişimdir. Bu tür sapmalar, devrimci hedeflerden uzaklaşarak tasfiyeciliğe yol açar ve PKK’nin feshi, bu tasfiyeciliğin somut bir kanıtıdır. Marksizm’in temelini oluşturan sınıf mücadelesi ve proletarya diktatörlüğü gibi kavramların dışlanması, devrimci potansiyeli yok etmeye yöneliktir.
Çarpık Tarih Bilinci ve İnkarın İnkarı!
Öcalan’ın “perspektifindeki” çarpık tarih bilinci ve Kürt isyanlarına yönelik aşağılayıcı yaklaşım, burjuva tarihi ve kişiliğinin karakteristik özelliklerini taşımaktadır. Kürt soykırım ve isyanlar tarihini “yadsıyarak”, bu isyanların “geleneksel özgür Kürtlüğü” tükettiğini, hatta dini/mezhepsel özellikleriyle birlikte “Kürt varlığının inkar politikaları temelinde yapay olarak üretildiklerini” savunması, kendi tarihsel dayanaklarına inkarla yaklaşmaktır.
Şeyh Sait ve Seyit Rıza gibi Zaza isyan önderlerinin dini/mezhebi nitelikleri ne olursa olsun, nihayetinde ulusal baskıya ve TC devletine karşı farklı kimliğiyle giriştikleri ulusal başkaldırılar olduğu unutulmamalıdır. Her kırım ve isyanın kendi tarihsel koşulları içinde değerlendirilmesi gerekir; o günün koşullarıyla bugünün koşullarını kıyaslamak ve aynı ölçülere tabi tutmak bilimsel değildir. Öcalan’ın bu isyanları tek yanlı değerlendirmesi ve Kürt/Zaza Ulusal İsyanları olduğunu ve önderlerini Judenrat benzetmesi ile boşa düşürme çabası, çarpık tarih bilincinin ve geçmişin inkarının bir yansımasıdır. Bu çarpık tarih yaklaşımı, PKK’nin feshini ve “yeni dönem” stratejisini meşrulaştırma çabasından başka bir şey değildir. Bu egemen ideolojinin, ezilenlerin direniş tarihini çarpıtarak devrimci potansiyeli kırma taktiğidir.
Ulusal Hareketin Sınıfsal Mahiyeti ve PKK’nin Uzlaşmacı Gerçeği!
Ulusal hareketlerin temelini yalnız pazar sorunu olarak tanımlamak, ekonomik determinist bir yaklaşımdır. Ulus burjuvazisinin kendi pazarına sahip çıkma arzusu ulusal bağımsızlık ve kendi devletini kurma hedefine yol açar. Halkın katılımı olsa bile bu ulusal hareketi bir halk hareketine dönüştürmez; aksine burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder. Ulusal hareketler, belirli tarihsel koşullarda gerici, dinci veya işbirlikçi nitelikler edinebilirler. Ancak ezen ulus burjuvazisine ve gelişimine yöneldikleri sürece haklı ve meşru hareketler oldukları doğrudur. Bu hareketlerin ulusal-demokratik yönleri desteklenmeli, ancak burjuva imtiyazlarına dönük yanları desteklenmemelidir.
PKK’nin, sosyalizmden en çok etkilenmiş bir ulusal hareket olarak ve Kürt yoksul işçi-köylüsüne dayandığı için klasik ulusal hareketten farklı bir profil sergilediği kabul edilmelidir. Ancak bu durum, PKK’nin burjuva-ulusal sınıf dokusunu ortadan kıldırmaz. Ulusal hareketler, proleter dünya devriminin yedeği ve ittifakı olabilirler. Ancak koşullar uygun değilse (sosyalist mücadelenin güçlü olmaması vb.), emperyalist güçlerle veya egemen ulus burjuvazisiyle ilişkilere girerek uzlaşma siyasetine yönelebilirler. PKK’nin bugün yaşadığı süreç de bir anlaşma, uzlaşma sürecidir ve bu, ezilen bağımlı ulusal burjuvazinin devrimci dinamikleri törpüleyerek sisteme entegre olma arayışının bir göstergesidir.
Devrimci Kazanımların İnkarı!
Öcalan’ın “PKK’nin tıkandığı” ve “Kürt varlığını kanıtlama ve özgürlüğün kapısını aralama hareketidir” gibi iddiaları, devrimci kazanımların inkarı anlamına gelmektedir. PKK’nin 41 yıldır bir savaş verdiği, kazanım ve gelişme gösterdiği, eylem ve savaş kapasitesiyle değerlendirildiğinde “tıkanmış” olmadığı açıktır. PKK’nin (özellikle Öcalan’ın tutsaklığı sonrası) siyasette, taktikte, önderlikte ve savaşta son derece yetkin bir rol oynadığı, büyük savaşlar ve direnişler gerçekleştirdiği, IŞİD’e karşı başarılı bir savaş verdiği ve uluslararası alanda sempati kazandığı göz ardı edilemez. Hatta Öcalan’ın kendi beyanıyla, PKK mücadelesinin Kürtlerin varlığını kabul ettirdiği ve devlette “kırılma yarattığı” ifadesi, bu kazanımların büyüklüğünü teyit etmektedir.
Kürt varlığının “kanıtlanacak” bir şey olmadığı, zaten var olduğu ve olsa olsa inkar edenlere kabul ettirilmesi gereken bir gerçeklik olduğu doğrudur. PKK’nin asıl misyonu ulusun özgürlüğünü kazanmak veya en azından belirli bir statüye kavuşturmak, ulusal hak ve taleplerini kazanmaktır. PKK’nin, Kürt ulusunun bilincinin gelişmesi, demokratik mücadele kültürünün yükselmesi, ulusal örgütlenme ve birçok hakkın kazanılması gibi alanlarda önemli kazanımlar elde ettiği inkar edilemez. Bu nedenle, PKK’nin “tıkanma” iddiası fevkalade yanlış olup, aksine geçmişteki barış-çözüm süreçlerinin ve mevcut “yeni sürecin” bu mücadelenin basıncının ve kazanımının bir sonucudur. Ancak bu kazanımların, burjuva uzlaşmacılığına zemin hazırlamaması, aksine devrimci mücadeleyi daha ileriye taşıması gerekmektedir.
“Yeni Dönem” Paradigması: Bir Tasfiye Planı ve Emperyalist Entegrasyon!
Genel olarak Öcalan’ın eleştiri ve değerlendirmeleri, Öcalan’ın mimarlığında devletle girilen yeni süreci ve buna bağlı olarak PKK’yi fesh edip silahlı mücadeleyi bırakma stratejisini doğrulamak ve hayata geçirmek için başvurulan zorlama gerekçelerden ibarettir. Bu durum, aynı zamanda PKK mücadelesi ve gerçeğine karşı bir inkar olarak da değerlendirilmelidir.
Devrimci Marksist-Leninist-Maoist perspektiften bakıldığında, “yeni dönem” paradigması ve PKK’nin feshi, Kürt ulusal mücadelesinin burjuva uzlaşmacı bir çizgiye çekilmesi, devrimci potansiyelinin tasfiye edilmesi ve emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonu anlamına gelmektedir. Bu durum, Marksizm’in ve sınıf mücadelesinin reddedilmesiyle doğrudan ilişkilidir ve ezilen ulusların gerçek kurtuluşu için büyük bir tehlike arz etmektedir. Proleter devrimcilerin, Marksizm’in temellerine oynayan bu tür revizyonist girişimlere kayıtsız kalması düşünülemez.
DEM Parti ve Gelecek: İlkelerden Sapma Tehlikesi!
Türkiye’deki siyasi atmosferde başlayan tartışmalar, özellikle DEM Parti’nin ve Kürt ulusal hareketinin geleceği üzerine yoğunlaşmaktadır. Erdoğan-Bahçeli ittifakının asıl hedefinin “faşist, üniter Türkiyeci, İslamcı-milliyetçi iktidarlarını tahkim etmek için Kürt ulusal hareketini kendilerine yedeklemek” olduğu iddiası, devrimci güçlerin uyanık olması gerektiğini göstermektedir. Bu durum, özellikle DEM Parti’de ifadesini bulan burjuva-demokratik ve kısmî “devrimci” ittifakların parçalanması amacını güttüğü şeklinde yorumlanmaktadır. Bu, muhalefeti kaosa sürüklemek ve iç çatışmaları körüklemek için bir taktik olarak değerlendirilmektedir.
AKP-MHP iktidarı, DEM Parti ile hangi “yolu” yürüyecek sorusunun cevabı şimdilik net değildir. Ancak bu yolun DEM Parti’nin temel ilkelerinden ve demokratik mücadelesinden sapmasına yol açabileceği yönündeki endişeler haklıdır. Demokrasi ve özgürlük mücadelesinin asli gücü olarak görülen DEM Parti için, bu makas değişikliğinin anlamı ve içeriği büyük önem taşımaktadır. Bu bir yol ayrımı mıdır, yoksa iktidar blokunun “ahlaksız teklifi” ile mi karşı karşıya kalınmıştır? Partinin bu konuya ilişkin açık ve net bir açıklama yapması ve tabanıyla tam şeffaflık içinde hareket etmesi elzemdir.
“Çözüm” Yolu: Şeffaflık, İlkeler ve Devrimci Mücadele!
“Çözüm” denilen bir süreçten bahsediliyorsa, bunun gizemli, belirsiz ve muğlak olmaması gerektiği vurgulanmalıdır. Şeffaflık, devrimci süreçlerin olmazsa olmazıdır. Kendi temel ilkelerini deklare ederek, olası bir “çözüm” yolunun nasıl olması gerektiğine dair sunduğu çerçeve ezilenler için bir yol gösterici niteliğindedir:
- Kürt/Kürdistan özgürlük ve demokrasi mücadelesi, Türkiye’nin bekasını korumak veya Türk komprador kapitalist egemenlik rejimini ayakta tutmak için bir araç olamaz. Bu, ulusal kurtuluş mücadelesinin sınıf karakterini ve anti-sömürgeci yönünü vurgulamaktadır.
- Kürt/Kürdistan sorunu, Türkiye’nin veya diğer devletlerin üniter yapısı içinde çözülemez. Ulusal sorun, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı temelinde, federal veya bağımsız devlet yapılanmalarıyla çözülebilir.
- Her kiminle ortaklık olacaksa, bu ancak eşit, adil, öz-yönetim haklarına dayalı olabilir. Bu, ezilen ulusların tam egemenliğini ve kendi bölgelerinde tam özerkliğini talep etmektedir.
- Kürt/Kürdistan sorunu, uluslararası boyutları olan, Ortadoğu düzeyinde bir sorundur ve uluslararası güvenceleri ve anayasalarla tanımlanmış hukuki statüleri gerektirir. Bu, emperyalist müdahalelere karşı uluslararası dayanışmanın ve hukuki güvencelerin önemini vurgulamaktadır.
- Kürt/Kürdistan sorunu; soykırıma, sürgüne, ayrımcılığa uğramış; Zaza, Ermeni, Rum, Asuri-Süryani gibi kadim halkların; Alevi, Ezidi, Hristiyan, Musevi gibi inanç veya felsefi düşünce topluluklarının kayıplarını telafi ve özgürlüklerini garanti eden bir tarihsel ve gelecek vizyonuyla çözülebilir. Bu, ulusal sorunun sadece Kürtlerle sınırlı olmadığını, bölgedeki tüm ezilen halkların ve inançların haklarını kapsayan geniş bir perspektifi gerektirdiğini göstermektedir.
- Türkiye’nin Neo-Osmanlıcı emperyal hayalleri ve yayılmacılık emellerinin; kısaca başka halk ve ülkelere yönelecek savaş ve şiddetin ortağı olunamaz. Bu, proleter enternasyonalizmin gereği olarak emperyalist savaşlara ve işgallere karşı net bir duruş sergilenmesini ifade eder.
- Malazgirt, İdris-i Bitlisi, “Kurtuluş Savaşı Ortaklığı” gibi özünde İslami fetih ve milli yayılma siyasetlerine payanda olma anlamına gelen tarihsel referanslar reddedilir. Bu, gerici milliyetçiliğe ve dini sömürüye karşı duruşu simgeler.
- Esas olan, Türkler, Türkiyeliler de dahil her kimle nerede yaşanıyorsa, tüm toplumsal kesimler için özgürlükçü, demokratik, toplumcu, çağdaş evrensel hukuk normlarına dayalı bir devrim öncesi ileriye yönelebilen rejimdir. Tek adam, tek parti, tek şef diktatörlükleri değil. Komünistlerin desteklemesi bu ilke, proleter demokrasinin ve sosyalist bir toplumun temelini oluşturmaktadır.
Eğer “yol” denilen şey bu ilkeleri içermiyor veya engelliyorsa, bu “yolda” olunamaz. Devrimci bir bakış açısıyla, bu ilkeler, DEM Parti’nin ve Kürt ulusal hareketinin kritik süreçte izlemesi gereken devrimci yol haritasını belirlemektedir. Bu yol haritası, burjuva uzlaşmacılığına ve emperyalist sisteme entegrasyona karşı durarak, ezilen halkların gerçek kurtuluşunu ve sürdürülebilir devrimi hedeflemelidir.
Türkiye Siyasetindeki Gizli Eller ve Derin İlişkiler!
Türkiye siyasetindeki şeffaf olmayan süreçlere ve derin yapıların etkisine işaret etmeliyiz. Son süreç yaşananlardan örneklerle: İnce’nin seçim akşamı ortadan kaybolması, Akşener’in suskunluğu, referandumda oy çalıntıdığı iddiaları, Bahçeli’nin siyasi dönüşümleri, Ergenekon davasındaki çarklar, Türkiye’nin dış politika eksenindeki değişimler ve “15 Temmuz darbe girişimiyle” ilgili muğlak noktalar, siyasetin arka planındaki görünmez güçlerin varlığına dair ciddi soruları beraberinde getirmektedir.
Bu iddialar, “derin devletin” yeniden hortladığı ve AKP’nin zaaflarından faydalanarak yönetim şeklini Erdoğan eliyle değiştirdiği yönündeki endişeleri beslemektedir. 90’lı yılların güç merkezlerinin şu an iktidara ortak olduğu ve ülkenin Avrupa’dan Ortadoğu bataklığına sürüklendiği tezi, ülkedeki siyasi süreçlerin halkın iradesi dışında bir takım güçler tarafından yönlendirildiği düşüncesini güçlendirmektedir. MHP’nin beklenmedik oy patlaması ve Bahçeli’nin rolü de bu “derin” yapıların etkisine örnek olarak görülmelidir. Genel olarak Türkiye’de her dönem sermayenin derin devleti yine bu dönemde de iş başında ve sürecin direksiyonunda. Emperyalizmin orta doğu savaş paylaşımı bizat T.C. piyonluğuyla hayat buluyor. Burjuva muhalefet bile bilinçli bir şekilde sürecin mağduru olarak kitlelere lanse ediliyor.
Marksist-Leninist-Maoist Bakış Açısıyla Silahsızlanma!
Devrimci hareketlerin stratejik dönüşümleri, Maoist teori ve ulusal kurtuluş mücadeleleri literatürünün temel kavramları çerçevesinde incelenmelidir. Lenin’in “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” ve devlet teorisi, silahlı mücadelenin meşruiyetini ve işlevselliğini anlamada kilit bir rol oynar. Lenin’e göre ezilen ulusların özgürleşme mücadelesi, proletarya devriminin ön koşullarından biridir ve bu mücadelelerde silahlı mücadele sıklıkla kaçınılmaz bir araç olarak ortaya çıkar. Ancak bu mücadele, sadece askeri bir eylemden ziyade siyasal, sosyal ve ideolojik bir süreçtir.
Marks’ın devlet teorisi de devrimci dönüşümün mekanizmalarını açıklamada yol göstericidir. Marx’a göre devlet, egemen sınıfın baskı aracıdır ve bu nedenle ezilen sınıfların devrimi ancak devletin yıkılması ve proletarya diktatörlüğü ile mümkündür. Ulusal kurtuluş hareketleri bu süreçte, ezilen halkların egemenlik kazanması için silahlı direniş stratejileri geliştirebilir. Ancak Marx ve Lenin’in teorileri, silahlı mücadeleyi mutlaklaştırmaz; dönem ve koşullara göre taktik ve strateji değişikliklerinin gerekliliğini vurgular.
Günümüz dünyasında ulusal kurtuluş mücadelelerinin silahlı mücadeleden politik ve örgütsel araçlara geçiş süreci, teknolojinin hızlı gelişimi, yapay zeka endeksli gelişmeler, Sanayi üst devrimi ile küresel neoliberal politikaların, bölgesel güç dengelerinin ve uluslararası hukuk normlarının şekillendirdiği yeni bir siyasal coğrafyada gerçekleşiyor. Bu bağlamda PKK’nin silah bırakma kararı da sadece bir taktik tercih değil, aynı zamanda demokratik hattın zorunlu güncellenmesi anlamına geliyor.
Silahlı mücadelenin ötesinde, birleşik cephe stratejileri de Marksist teorinin önemli kavramlarından biridir. Lenin, birleşik cephelerin proletaryanın zaferinde anahtar rol oynadığını ve farklı ezilen kesimlerin ortak mücadelede bir araya gelmesinin zorunluluğunu savunur. PKK’nin silah bırakması sonrası dönemde, Türkiye Sosyalist Hareketi ile devrimci Kürt Özgürlük Hareketi arasında bu tür bir birleşik cephe oluşturma ihtiyacı, devrimci stratejinin merkezinde yer almalıdır. “Barış Süreci” yada “Terörsüz Türkiye” olan ne idüğü belirsiz olan gerçekleşirse, ki sürdürülebilirliği çok zor süreç buraya doğru evrilmek zorundadır ilerici halklarda.
PKK’nin silahlı mücadeleye başlaması ve bugün silah bırakma kararına varması, Türkiye’nin ve bölgenin karmaşık tarihsel ve siyasal süreçleriyle yakından bağlantılıdır. 1984 yılında başlayan PKK’nin silahlı direnişi, Türkiye’nin Kürt sorunu tarihindeki en uzun soluklu ve en önemli silahlı mücadele deneyimlerinden biri. Bu süreç, hem bölgesel güç dengelerinin hem de Türkiye’nin iç siyasetinin dinamiklerine göre şekillendi; zaman zaman tırmanan çatışmalar ve dönemsel ateşkesler olarak kendini gösterdi.
1980 sonrası Türkiye’de artan faşist askeri politik baskı, özellikle 1980 askeri darbesi ile Kürtlerin demokratik taleplerinin bastırılması, kürt gençlerinin Kaypakkaya geleneğine yakınlaşması ile kürt hareketinin silahlı mücadeleyi başlatmasında önemli bir faktör oldu. Aynı dönemde Soğuk Savaşın sona ermesi, bölgedeki devletlerin politikalarında değişimlere yol açtı. Türkiye’deki Kürt hareketleri bu yeni uluslararası ortamda farklı stratejik fırsatlar aramaya başladı. Ayrıca bölgesel aktörlerin —İran, Suriye, Irak ve Türkiye— Kürt hareketlerine yönelik politikaları, hareketin stratejik kararlarını doğrudan etkiledi.
1990’lar boyunca PKK, hem askeri hem de siyasi açıdan önemli aşamalar geçirdi. Ancak devletin artan askeri operasyonları ve uluslararası arenada terör örgütü olarak tanımlanması, burjuva ulusal hareketin silahlı stratejisinin sürdürülebilirliğini zorlaştırdı. 2000’li yıllarda ise, özellikle 2009 sonrası başlayan çözüm süreci, PKK’nin askeri faaliyetlerini kısmi olarak durdurduğu ve siyasi müzakere kanallarını değerlendirdiği bir dönemi temsil ediyor. Ancak bu süreçler devletin faşist niteliği, AKP’nin oy kayıbı ve uluslararası denge ve çıkarların sonucu açısından başarısızlıkla sonuçlandı ve çatışmalar yeniden şiddetlendi.
2020’ler, Türkiye ve bölge için yeni bir döneme işaret ediyor. Bölgesel güçlerin değişen ittifakları, ABD ve Rusya’nın Ortadoğu politikaları, Türkiye’deki siyasi ortam ve halk hareketlerinin dinamikleri PKK’nin stratejik kararlarını yeniden şekillendirdi. Özellikle 2025 yılında alınan silah bırakma kararı, bu tarihsel bağlamın bir sonucu olarak, hem bölgedeki çok taraflı güç mücadelesinin hem de Türkiye’deki devrimci ve demokratik hareketlerin gelişiminin bir yansımasıdır.
PKK’nin Silah Bırakma Kararının Analizi: Stratejik Bir Dönüşüm!
PKK’nin 2025 yılında aldığı silah bırakma kararı, tarihsel bir dönüm noktası olmasının yanı sıra, siyasal, stratejik ve ideolojik birçok düzeyde analiz edilmesi gereken çok katmanlı bir karardır. Bu kararın sadece örgütsel bir yönelim değişikliği değil, aynı zamanda bölgesel konjonktürün ve küresel stratejik denge ve paylaşımlarının bir ürünü olduğu görülmelidir.
Silahlı mücadelenin yürütüldüğü coğrafya, son yıllarda önemli jeopolitik değişimlere sahne oldu. Rojava deneyiminin uluslararası meşruiyet kazanması, PKK çizgisinin ulus ötesi bir model üretmeye yönelmesiyle birlikte, silahlı mücadelenin sınırları belirginleşmiş; emperyalistlerle diplomatik ve örgütsel alana yönelme ihtiyacı güçlenmiştir. Aynı zamanda Türkiye’deki merkezi otoritenin savaş politikalarında ısrarı, Kürt hareketiyle toplumsal muhalefet arasındaki bağın güçlenmesini gerektirmiştir. Kürt ulusal hareketin devrimci örgütlerle yan yana ve HBDH gibi oluşumlara önderlik etmeside, bilinçli ve TC’yi diplomatik görüşmeye zorlamaktan kaynaklı bir politikadır. Özellikle kendi siyaset ve gücüne güvenmeyen örgütler pragmatist yanları nedeniyle, koşulsuz ve eleştirisiz PKK önderliğinde Halkların Birleşik Devrim Hareketinde arka sıralarda sıralandılar. Bu çerçevede PKK’nin silah bırakması; stratejik bir yeniden mevzilenme, örgütsel evrim değişimi ve sınıfsal-demokratik mücadelenin merkezileştirilmesi yönünde gelişirken, devrimci örgütleri de, kısmı ürkek eleştirilerle, bu sürecin oyuncağı yapmaktadır.
PKK’nin bu hamlesi, tarihsel devrimci hattın toptan reddi, mevcut reformist hattın taktiksel güncellenmesidir. Maoist stratejideki halk savaşı anlayışı dahi, koşullar değiştiğinde farklı biçimler alabilir. Türkiye’de ve bölgede, 2020’li yılların ortasına gelindiğinde silahlı mücadele yöntemi, hem içsel hem dışsal nedenlerle sınırlı hale gelmiş; halkçı devrimci dalganın kitlesel-politik düzleme taşınması daha elzem hale gelmiştir. Burada unutulmamalıdır ki, silahların susması devrimin susması değildir. Aksine, devrim, devrimci süreç, örgütsel araçlarını güncellemek zorundadır. PKK’nin bu geçişi, devrimci savaşın halkçı-politik reformist cephesine yönelmesidir. Devrimci süreç derinleşerek elbette her şeye rağmen devam edecektir.
Silah bırakma kararı, Kürt ulusal hareketinin Türkiye’deki diğer reformist dinamiklerle daha yakın bir ilişki kurmasının önünü açmaktadır. Ciddi ve devrimci bir Kürt partisi gelişirse, her ulusal hareketin bir sınıfsal yanı vardır ve bu ulusal hareket sınıfsal alanla mutlaka buluşacaktır.
PKK’nin silahlı mücadeleyi bırakmasıyla birlikte, Türkiye ve Ortadoğu’daki devrimci dinamikler için yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönem, bir yandan tarihsel fırsatlar sunarken diğer yandan ciddi tehdit ve riskleri de içinde barındırmaktadır. Dolayısıyla yeni süreci salt bir pasifikasyon değil, bir diyalektik mücadele alanı olarak ele almak gerekir. Devrimci özneler için bu dönem; örgütlenme, mevzilenme ve birleşik hat inşası bakımından hem risk hem de imkân taşımaktadır.
Kürt hareketinin silahlı mücadelesinin geride bırakılması, Kürt hareketinin legal ve yarı-legal alanlara yönelimini artıracaktır. Bu durum, Türkiye’deki sosyalist hareket için geniş kesimlere ulaşma, Kürt halkıyla entegre devrimci bir mücadele hattı oluşturma ve tabanda birleşik yapılar kurma potansiyeli doğurmaktadır. Özellikle gençlik, kadın, işçi hareketleri ve kırsal halk örgütlenmeleri açısından bu, örgütsel çoğalma ve toplumsal birlikler kurma fırsatı anlamına gelir.
Silahlı mücadeleden vazgeçilmesi, liberal-demokratik zemine çekilme, sisteme entegre olma ve mevcut rejimle uzlaşma anlamında gelişecektir. Bu durum, Kürt hareketinin içinden veya çevresinden bazı reformist eğilimlerin güç kazanmasına neden olacak. Bu tehlike, Kürt hareketinin halkçı-devrimci özünü bastırma potansiyeli taşır. Yine silah bırakan kesimler arasında devlet destekli yeni türden mafyalaşmada olasılıklar durumunda.
Silahsızlanma süreci, devletin Kürt hareketi üzerindeki ideolojik ve politik hegemonya kurma çabasına dönüşebilir. Bu nedenle, devrimci hareketlerin bu süreci bir sınıf savaşı dinamiği olarak ele alması şarttır.
R. T. Erdoğan’ın, “Biz AK Parti, MHP ve DEM Parti olarak bu yolu beraber yürümeye karar verdik” demesi, ideolojik ve politik hegemonya kurmanın ilk işaret fişeğidir.
Silahsızlanma sonrası süreç, başta ABD, AB ve bölge ülkeleri olmak üzere emperyalist güçlerin daha doğrudan müdahalesine açık hale gelebilir. Özellikle Rojava gibi özerk yapılar, bu müdahalelere karşı savunmasızlaştırılabilir. Buradaki tehdit, Kürt özgürlük hattının liberal temsiliyetlere ve dönüşümlere indirgenmesidir ya da değişik ittifaklara zorlanmasıdır.
Bu sürecin devrimci anlamda olumlu sonuçlar yaratması, ancak kolektif ve stratejik bir devrimci hat oluşturulmasıyla mümkündür.
Bu bağlamda:
- Kürt hareketinin devrimci örgütlemeleriyle sosyalistlerin birleşik mücadele inşası hızlandırılmalıdır.
- Tüm devrimci hareketler, silahsızlanma sürecini bir gerileme değil, örgütsel dönüşüm, taktik yenilenme ve yeniden bir atılım süreci olarak görmelidir.
- Devrimci programatik birlik, yerel meclisler ve taban inisiyatifleri üzerinden kitlelere yayılmalı, halk iktidarının yerel ve merkezi örnekleri somutlaştırılmalıdır.
PKK’nin silahlı mücadeleyi bırakması, yalnızca Kürt ulusal hareketi için değil, Türkiye’deki tüm ilerici-devrimci güçler için tarihsel bir dönemeç anlamına gelmektedir. Bu gelişme, devletin “zafer” naralarının gölgesinde bir teslimiyet olarak değil, mücadele biçimlerinin yeniden düzenlendiği ve yeni alanlara yöneldiği stratejik bir kırılma olarak ele alınmalıdır. Bu bağlamda esas görev, devrimci hattın yeniden tarif edilmesi, örgütlü gücün yeniden inşası ve birleşik halk hareketinin yaratılmasıdır.
PKK silahlı mücadelenin yerini alan süreç, “barışçıl pasifizm” ile devrimci dönüşüm arasında keskin bir yol ayrımındadır. Burada görev, kürt silahsızlanma sürecini reformist bir sönümlenme değil, tabana dayalı devrimci yeniden inşa olarak değerlendirmektir. Yerel özyönetim, halk konseyleri, kolektif üretim ve emek temelli politik meclisler gibi yapıların inşası; bu sürecin gerçek kazanımı olacaktır.
Silahlı mücadele biçiminin terk edilmesi, mücadelenin bütünüyle sistem içi kanallara aktarılması anlamına gelmemelidir. Aksine, legal mücadele ile fiili-meşru mücadele biçimlerinin diyalektik birliği, bu yeni dönemde daha da hayati hale gelmiştir. Bu kapsamda, sendikalar, meslek örgütleri, öğrenci hareketleri ve kadın örgütlenmeleri legal ve illegal zeminlerde güçlenmeli; aynı zamanda fiili halk inisiyatifleriyle paralel ilerlemelidir. İkili iktidar yapılarının tohumları, bu tür bir mücadele çizgisiyle atılabilir. Tüm bu gelişmeler ancak proletarya önderlikli gelişebilir.
Ortadoğu’daki emperyalist yeniden paylaşım ve Türkiye’deki faşist rejimin inşa süreci karşısında, silahlı ya da silahsız tüm devrimci dinamiklerin birleşmesi artık bir tercih değil, zorunluluktur. Türkiye devrimci hareketi ile Kürt özgürlük hareketinin bu yeni dönemde ortak devrimci program geliştirmesi, emperyalist savaşlara ve devlet baskısına karşı birleşik devrimci blok kurulması, tarihsel bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Emekçilerin ve devrimci halkların tarihsel ve kitlesel devrimci zoru, bu sürecin ve Devrimci İşçi İktidarının teminatıdır.
Tarihin Girdabında Devrimci Öncülük!
Bu süreç, geniş kitlelerin örgütlü bir şekilde politikleşmesi için bir sıçrama noktasıdır. Özellikle gençlik, emekçiler, kadınlar ve ezilen halk kesimleri açısından yeni bir devrimci özneleşme süreci yaratmak mümkündür. Bunun için sol-sosyalist güçler, geçmişin sekter ayrımlarını aşarak devrimci öncülüğü kolektif strateji, kadro ortaklaşması ve politik birlik üzerinden kurmalıdır. Son 25 yıldır devlet aygıt ve aparatlarının misyonerleri her yere sızdığını bilince çıkararak, arınma, temizlenme ve geçmişin hesabını yapmak içinde tüm devrimci harekete bir fırsat sunmakta.
PKK’nin silahlı mücadeleyi bırakması, devrimci hareket açısından bir son değil, yeniden kuruluşun eşiğidir. Bu eşikte durup geçmişin nostaljisine saplanmak değil, geleceği devrimci iradeyle kurmak gerekir. Yeni dönemin ruhu; birleşik, kolektif, çok katmanlı, halkçı bir devrimci hattın inşasını zorunlu kılmaktadır.
Mehmet Karaca