Sabahın ilk ışıkları Gazze’nin enkazlarına düşerken, Wall Street’in dev ekranları günün kâr rakamlarını yansıtıyor. Bu iki görüntü arasındaki uçurum, kapitalizmin doğasında yatan çelişkinin en çıplak ifadesi. Bir yanda emperyalist yağmanın kurbanları, diğer yanda bu yağmadan beslenenler. Kongo’nun kobalt madenlerinde sekiz yaşındaki çocukların elleri nasır bağlarken, Batılı teknoloji devlerinin CEO’ları uzay turizmi için milyarlar harcıyor. Hindistan’ın pamuk tarlalarında intihar eden çiftçilerin cansız bedenleri üzerinde lüks moda markaları yeni koleksiyonlarını tanıtıyor. Suriye’de yıllardır süren savaşın en ağır faturasını ise en savunmasız olanlar ödüyor – Alevi köyleri sistematik saldırılarla yok edilirken, dünya bu katliamlara sessiz kalıyor. Bu tesadüfi bir trajedi değil, modern kölelik düzeninin en acımasız yüzüdür.
Medya denen bu büyük yalan makinesi, gerçekleri ters yüz etmekte ustalaşmış durumda. Prime time haber bültenlerindeki her “tarafsız” yayın, aslında sermayenin çıkarlarını gizleyen bir perdeden ibaret. Filistin’deki katliamlar “çatışma”, işgal “meşru müdafaa”, açlık ise “kıtlık” olarak sunuluyor. Suriye’de Alevilere yönelik saldırılar “mezhep çatışması” diye paketlenirken, arka planda emperyalistlerin enerji savaşları görünmez kılınıyor. Bir babanın enkaz altından çıkarılan çocuğuna ağlarken çekilen görüntülerin hemen ardına yerleştirilen reklamlar, bu sistemin insanlık dışılığını tüm çıplaklığıyla ortaya seriyor. Sosyal medya ise modern zamanların gladyatör arenasına dönüşmüş durumda – milyonlarca insan, dijital köleler olarak kendi eğlencelerine dalarken, gerçek dünyadaki yıkım unutturuluyor.
Devlet denen bu şiddet aygıtı, polis coplarından drone’lara, gözaltı merkezlerinden dijital gözetim sistemlerine evrilmiş olsa da özünde hiç değişmedi. Bugün Minneapolis’te siyahî bir gencin boynuna diz çöken polis ile Şili’de göstericilerin gözlerini kör eden coplar, Fransa’da sarı yeleklilere karşı kullanılan göz yaşartıcı gazlar arasında esasında hiçbir fark yok. Suriye rejiminin zindanlarındaki işkenceler, köle pazarlarında kadınların satılması, tecavüzler, Türkiye’de Kürdistan illerinde uygulanan sıkıyönetim, Siyonist İsrail’in Filistin’deki apartheid rejimi – hepsi aynı sistemin farklı coğrafyalardaki yansımaları. Devlet şiddeti, kapitalizmin olmazsa olmazıdır – tıpkı hapishanelerin modern köle pazarları, mahkemelerin ise burjuva adaletinin sahnelendiği tiyatrolar olması gibi.
Milliyetçilik zehri, işçi sınıfının damarlarına enjekte edilmiş bir uyuşturucudan farksız. “Vatan” kavramı, emekçilerin uluslararası dayanışmasını baltalamak için icat edilmiş bir silahtır. Bugün sınırlarda ölen mülteciler, dün fabrikalarda yan yana çalıştığımız yoldaşlarımızdı. Suriye’de mezhepçi politikaların kırdığı emekçiler, aslında aynı patron tarafından sömürülen kardeşlerimiz. Kapitalizm çökerken her zaman olduğu gibi, faşizm yükselişe geçiyor – bu bir tesadüf değil, sistemin kendini koruma mekanizmasıdır. Irkçılık, göçmen karşıtlığı, LGBTİ+ düşmanlığı, kadın düşmanlığı – bunların hepsi bu çürümüş düzenin ürettiği zehirlerdir.
Kadın bedeni, bu sistemin en çok metalaştırdığı alan haline geldi. Suriye’de savaşın en ağır bedelini kadınlar ödüyor – tecavüz, zorla evlendirme, göç yollarında kaybolan hayatlar… Aynı şiddet, Latin Amerika’da katledilen kadınlarda, Avrupa’da erkek şiddetine kurban gidenlerde kendini gösteriyor. Ev içi emeğin görünmez kılınmasından pornografi endüstrisine kadar uzanan bu sömürü zinciri, kapitalizmin cinsiyetçi doğasını tüm çıplaklığıyla ortaya seriyor.
Doğa ise kapitalizmin en acımasızca tükettiği kaynak oldu. Suriye’deki savaş yalnızca insanları değil, binlerce yıllık zeytin ağaçlarını, kadim kültür mirasını da yok etti. Amazon ormanlarının yerle bir edilmesinden okyanusların plastik çöplüğüne dönüşmesine kadar yaşanan ekolojik yıkım, sistemin doğayla kurduğu ilişkinin ne denli yıkıcı olduğunu gösteriyor. İklim değişikliği artık geri dönülemez bir noktaya yaklaşırken, petrol şirketleri rekor kârlar açıklamaya devam ediyor.
Direniş ise tarihin diyalektik motoru olarak işlemeye devam ediyor. Paris Komünü’nün barikatlarından Ekim Devrimi’nin kızıl bayrağına, Vietnam’ın emperyalizme karşı zaferinden Rojava’nın kadın devrimine uzanan bu mücadele geleneği, insanlığın kurtuluş umudunu ayakta tutuyor. Bugün Filistin’de taş atan çocukların gözlerindeki öfke, Şili’de sokakları tutuşturan işçilerin sloganları, İran’da başörtüsünü yakan kadınların cesareti, Fransa’da emeklilik reformuna karşı yükselen isyan, bu sistemin karanlığına karşı birer meşale olarak yanıyor. Suriye’nin Alevi köylerinde katliamlara karşı direnenlerin sesi, tüm bu mücadelelerle birleşiyor.
Çünkü direnmek, yalnızca bir seçenek değil, yaşamın ta kendisidir. Sermayenin zincirlerini kırmak, devletin şiddetini teşhir etmek, medyanın yalanlarını boşa çıkarmak, her birimizin omuzlarındaki tarihsel sorumluluktur. Örgütlü öfke, dağınık acılarımızı devrimci bir bilince dönüştüren mayadır. Enkazlar altında kalan umut değil, teslimiyettir.
Dünyayı yerinden oynatanlar, “imkânsız” diyenlere inat, ellerinde sadece taşlarla dağları delenlerdir. Bugün Gazze’den Minneapolis’e, Kongo’dan Hindistan’a, Suriye’nin ateş çemberindeki köylerinden Rojava’nın devrimci komünlerine uzanan bu isyan hattında her kıvılcım, yarının yangınını haber veriyor. Çünkü kapitalizm kendi mezar kazıcılarını yaratırken, bizler o mezara düşmeyecek, onu yıkıp geçeceğiz.
Unutma: Yıkımın karşısında örgütlü öfkeden başka silahımız yok. Yaşamak, direnmektir.
Şiyar Mercan